30 Eylül 2017 Cumartesi

Annem Hakkında Her Şey


       Eylül ayında hem okulu açtım hem de kendi adıma Başka Sinema'nın perdesini açtım. Aslında tüm yaz,  filmler devam etti. Ama ben, Çanakkale'ye gidince doğal olarak sezon arası vermek durumunda kaldım.


        Okulun açıldığı ilk hafta çarşamba günü Kadıköy Rexx sinemasında, Pedro Almadovar'ın Annem Hakkında Her şey adlı filmini izledim. Son derece sıra dışı bir filmdi.


         Film, 2000 yılının mayıs ayında vizyona girmiş. İspanya ve Fransa ortak yapımıymış. Bu filmi Almadovar kadınlara ve annelere ithaf etmiş. Filmde kadınlar ve onların hayat mücadelesi anlatılıyor.



       Filmde Manuela'nın oğlu Esteban'ı bir trafik kazasında kaybetmesiyle olaylar başlar. Çocuğunun tüm organlarını bağışlar, bu dönemde de uzun bir yas sürecine girer. Oğlunun günlüğünü okurken bir yandan da yıllardır görmediği, oğlunun babasının yanına gider. Amacı oğlunun öldüğünü haber vermektir ( film ilerledikçe adamın bir oğlu olduğunu dahi bilmediğini öğreniyoruz).


 
         Gittiği kentte eski kocasının arkadaşıyla karşılaşır. Bu kişi seks işçiliği yapan bir travestidir. Filmin en ilginç kısmını burada öğreniriz; aslında Manuela'nın eski kocası da cinsiyet değiştirmiş ve travesti olmuştur. Neyse eski kocası ( ismini hatırlamadığım için habire eski kocası demek zorunda kalıyorum) bir rahibeyle ilişki yaşamış ve onu hamile bırakmıştır. Manuela tesadüfen rahibeyle tanışır ve hamileliği boyunca O'na destek olur. Rahibe yüksek tansiyon hastasıdır bu nedenle hamileliği risk taşımaktadır. Daha da beteri Hiv virüsü taşımaktadır. Nitekim doğumdan sonra ölür ve rahibenin bebeğini Manuela alarak büyütür.


         Çok kısa ve sıradan bir anlatım oldu. Emin olun film benim anlattığımdan çok daha ilgi çekiciydi. En hoşuma giden şey kadınların hepsinin hem çok güçsüz hem de çok güçlü olduklarını çok güzel anlatmış.
       

       

21 Eylül 2017 Perşembe

Sputnik Sevgilim

          Bu yaz okuduğum kitaplardan biri de Japon yazar Haruki Murakami'ye ait olan Sputnik Sevgilim'di.


         Bu kitabı okuduktan sonra bu yazara ait olan kitapları okumama kararı aldım. Daha önce de yazmıştım Sahilde Kafka gerçekten güzeldi. Ama pek çok şey yarım kaldığı için kitap beni doyurmamıştı. Bu yazarın böyle bir yönü var; en can alıcı noktaları yazmıyor ve tamamen okuyucunun hayal gücüne bırakıyor. Bence en bırakılmaması gereken noktaları bırakıyor. Çünkü okurken asıl merak ettiğiniz ve "acaba yazar bu durumu nasıl açıklayacak?" dediğiniz her şey cevapsız kalıyor. Bunu şu ana kadar okuduğum her kitapta yaptı. Bu yüzden ne zaman Murakami'nin kitabını okusam sanki kitabın yarısını okumuşum gibi bir hisse kapılıyorum.


       Allah'tan yazarımız Sputnik'in ne anlama geldiğini yazmış ( hani bunu da okuyucunun hayal gücüne bırakabilirdi). Sputnik, Sovyetler Birliği'nin uzaya gönderdiği ilk yapay uyduymuş. Daha sonra Sputnik 2'yi gönderiyor bunun içine de Laika adını verdikleri bir köpek koyuyorlar. Uydu geri dönmüyor ve Laika'da bilim kurbanı olan ilk canlı oluyor. Kitabın ilerleyen sayfalarında Sputnik'i "yol arkadaşı" anlamında kullanıyor.


       Gelelim kitabın konusuna: Kitapta üç ana kahraman var: Sumire, Myo ve kitabın anlatıcısı ( ismini unuttum). Kitabın anlatıcısı bir erkek ve Sumire'ye aşık. Sumire ise bir kadına yani Myo'ya aşık. Anlayacağınız Sumire eşcinsel. Myo'yla Sumire önce iş gezisine çıkarlar oradan da Yunan adalarına tatile giderler. İşte bütün karmaşık olaylar burada başlar. Sumire bir anda ortadan kaybolur ve sırra kadem basar. Kendisinden bir daha haber alınamaz. Kitabın sonunda da birden bire ortaya çıkar. Nereye gittiğini neden kaybolduğunu merak ederseniz, hayal gücünüzü kullanın derim. Çünkü yazar bu sorulara cevap vermiyor.


     Bir de Myo'nun yaşadığı çok enteresan ve travmatik bir olay vardır. Böyle paralel evren gibi bir şey yaşıyor:  Bir lunaparkta dönme dolapta mahsur kalan Myo, elinde dürbünüyle kendi evini izlerken kendisini bir erkekle sevişirken görüyor. O sırada şok oluyor, panik yapıyor ve fenalaşıyor. Çünkü aynı anda iki yerde birden bulunmaktadır. Bu nasıl oluyor? diye sorarsanız cevabım "bilmiyorum" olacaktır. Çünkü yazar bu durumu da size bırakıyor.

       Kitapla ilgili yorumlarım bunlar. Okuyup okumamak size kalmış. Bu arada yazarın çok seveni ve okuyanı var ( ben hariç). Demek ki neymiş benim hayal gücüm Murakami'nin okurları kadar güçlü değilmiş. Siz yine de okuyun isterseniz.

      

15 Eylül 2017 Cuma

Kaptan Fantastik

          Bugün size harika bir film tavsiye edeceğim. Adı Kaptan Fantastik. Film 2016 yılında vizyona girmiş bir Rus filmi. Yönetmeni ve senaristi Matt Ross. Okuldaki İngilizce öğretmeninin tavsiyesiyle izledim. İyi ki izlemişim.


          Altı çocuğunu ormanda büyüten bir babanın ve ailenin hikayesi bu. Son derece ilkel aletlerle avlanıyorlar ve yiyeceklerini avcılık ve toplayıcılıkla temin ediyorlar. Yaşadıkları yerde hiçbir teknolojik araç gereç yok. Ateşi taşlarla yakıyorlar, akşamları ateş başında kitaplar okuyorlar, avladıkları hayvanları kendileri yüzüp,  kendileri pişiriyorlar. Bunların hepsini çoğunlukla çocuklar yapıyor.



       Filmin konusu ABD'de geçiyor. Çocukların annesi ise hasta olduğu için şehirde bir hastanede yatmaktadır. Annenin ölümüyle birlikte çocuklar şehre gidip annelerinin cenazesine katılmak istiyorlar. İşte filmde bütün sorunlar bu noktadan sonra başlıyor.



        Çocuklar ormanda yaşadıkları için okula gitmemektedir. Bu durum çocukların dedesini kızdırmakta ve babalarıyla arası açılmaktadır. Babayı polise şikayet etmekle suçlar.


        Çocukların isteğiyle,  baba çocuklarını da alarak şehre cenazeye gelir. Çocuklar teknolojiden bir haber yaşadıkları için insanların yaşam biçimini yadırgarlar. Aslında yadırgadıkları şeyler bizler için son derece doğal şeyler.


      Filmde en çok hoşuma giden şey çocukların bilgi seviyesi oldu. Sürekli kitap okudukları için bilimsel bilgiye hakimler. İkinci hoşuma giden şey ise babanın çocuklarından hiçbir bilgiyi saklamaması oldu. Öyle ki seksle ilgili bilgileri bile son derece doğal bir şekilde açıklıyor. Takdir ettim doğrusu. Bununla birlikte tartışmaya açık olan ve eleştirdiğim, karşı çıktığım noktalar da var: Mesela çocuklarına hırsızlık yaptırması gibi.


        Babanın tamamen Hippi tarzında bir yaşam biçimi var, bunu da çocuklarına aynen empoze ediyor ( aslında bütün anne ve babalar çocuklarına yaşam biçimini empoze eder). O'na göre yiyeceğe içeceğe para vermek saçma bir şey. Noel kutlamak da saçma bir şey. Bu nedenle çocuklarıyla bir bilim adamının (sanırım) doğum gününü kutlamayı tercih ediyor.


        Film son derece sıra dışı ve güzel. Bu nedenle izleyin derim. Bu arada internetten bulabilirsiniz.

14 Eylül 2017 Perşembe

Kadından Kentler

        Yerli yazarlardan tartışmasız en sevdiğim ve beğendiğim yazar Murathan Mungan'dır. En son Haydarpaşa Garı'ndaki kitap günlerinde söyleşisine gittim. Sadece kitaplarını değil söyleşilerini de çok beğeniyorum.


        Kadından Kentler kitabını o kadar çok kişiden duydum ki anlatmam. En son söyleşide yazarın kendisi de " en çok okunan kitabım Kadından Kentler'dir" deyince, bu kitabı en kısa zamanda mutlaka okumalıyım dedim.

         Kitap on altı kentte geçen on altı ayrı hikayeden oluşuyor. Hikayelerin ana kahramanları ise kadınlar. Her hikayede farklı kadınlardan bahseder. Bu kadınların her biri farklı sosyal sınıflarda bulunuyorlar. Hepsinin farklı farklı özellikleri var: Kimi güzel, kimi çalışkan, kimi mutsuz... Kitap o kadar kadınca bir kitap ki yazarının kadın olduğunu zannedebilirsiniz. İşte Murathan Mungan'ı, Murathan Mungan yapan da bu: Gözlem yeteneği. İnsanları, hayatı o kadar iyi gözlemliyor ki sonra bunları yaşamla yoğurup satırlara döküyor. Bana da mest olarak okumak kalıyor.


      Her Murathan Mungan kitabında olduğu gibi bunda da aynı şeyi yaşadım: Sevdiğim satırların altını çizmek istedim, hatta not almak istedim. Bir de baktım ki kitabı yazmaya başlamışım.

        Kitaptaki kadınları okurken sanki tanıyormuş gibi bir hisse kapılabilirsiniz. O kadar bizden o kadar tanıdık ve o kadar gerçek kahramanlar bunlar. Kadınlarla birlikte kadınların anlatıldığı şehirler de var. Ama erkeklerden çok yüzeysel bahsediyor. Sebebi de belli; kitabın ana konusu kadınlar ve kentler.



         Kitabın son öyküsü Esenler Otogarı'nda geçer. Kitap boyunca okuduğunuz tüm kahramanlar o gar da bir şekilde birbiriyle karşılaşmış ve aynı mekanı paylaşmışlardır.

        Kitabı her zamanki gibi tavsiye ediyorum. Hatta çok daha ileriye giderek bu yazarın okumadığım kitaplarını da tavsiye ediyorum.

8 Eylül 2017 Cuma

Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi

       Şu sıralar bol bol film izleyip, kitap okuyorum. Okulun seminer dönemlerinde her zaman yaptığım sıradan bir şey bu aslında.

       Bugün anlatacağım film,  2008 yapımı fantastik bir  sinema. Ben severek izledim eğer izlemediyseniz size de tavsiye ederim.


        Film, F.Scott Fitzgerald'ın 1922 yazdığı bir öyküden uyarlanmış. Bence uyarlama son derece başarılı olmuş. Oyuncular da süper.

         


             Benjamin Button dünyaya 80 yaşında ihtiyar bir bebek olarak dünyaya gelir. Babası bu durumdan çok korktuğu için O'nu bir huzurevinin basamaklarına bırakıp kaçar. Huzurevinin çalışanları evlatlık alırlar ve bakımını yaparlar.


      Zaman ilerledikçe Benjamin gençleşir. Hayatının aşkıyla yetmişli yaşlarda karşılaşır. O yetmiş yaşındayken kız 5 yaşındadır. İlerleyen zamanda ikisi de orta yaşlarındayken birbirleriyle bir araya gelir ve büyük aşk yaşarlar. Ama şöyle bir sorun vardır. Benjamin sürekli gençleşirken eşi de sürekli yaşlanmaktadır. Bu arada bir de kızları olur.


        Benjamin'i düşündüren asıl sorun çocuğun durumudur. Eşi iki çocuğa birden bakabilecek midir? ( çünkü kendi yaşı sürekli olarak gerilemektedir) Sonunda eşinden ayrılır ve Hindistan'a gider. Eşine de kızına iyi bir baba bulmasını söyler. 


      Benjamin sürekli olarak bir günlük tutmaktadır. Bu günlüğü Daisy ölüm döşeğindeyken kızına okutur. Dasiy Benjamin'in sevgilisi/eşi,  kızı Caroline ise Benjamin'in kızıdır.


       Benjamin'in kızı büyürken kendisi küçülür ve sonunda bir bebek olur ve hayata gözlerini yumar. Çocukluk ve bebeklik döneminde O'na bakan kişi ise sevgilisi Daisy olur.

         Ben filmden müthiş etkilendim. İzleyin derim. Sevgiler...
       


7 Eylül 2017 Perşembe

Değişim Güncesi: Şekersiz Hayat : 7 Eylül

      Bugün üçüncü günüm. Hem yüz yogası, hem kuru fırçalama hem de şekersiz hayatımın üçüncü günü.


         Şekersiz hayat derken sadece şekeri ve tatlıyı kesmekten bahsetmiyorum. İçinde şeker olan her şeyden bahsediyorum. Mesela ekmek, makarna, pirinç ve meyve. Bununla birlikte paketlenmiş tüm gıdalar da yemediğim ürünler arasında. Çünkü paketlenmiş tüm gıdalarda hem tatlandırıcılar hem de koruyucular var.



        Aslında bu konuyla ilgili pek çok blog ve makale var. Sanırım çoğunu ( Türkçe olanlar ) okudum. Ben ilk kez bu uygulamayı iki yıl önce yapmıştım ve pek çok yararını görmüştüm: Zayıflamak, enerjik olmak, uykumun düzene girmesi gibi...




       Yaz tatilinde Azra Kohen'in Aeden adlı kitabında da şekerin çok korkunç bir zehir olduğu anlatılıyor. İşte bu satırları okurken bu hayata geri dönmem ve bir daha da bu hayattan vazgeçmemem gerekiyor diye düşündüm.


       Peki gerçekten sıfır şeker olayını başarabiliyor muyum? Maalesef bundan emin değilim. Çünkü özellikle dışarıda yemek yediğimde yediklerimin içerisine neler koyuyorlar bilmiyorum. Bir de neden zeytinyağlı yemeklere şeker katılır anlamıyorum. Ben katmıyorum gayet de güzel oluyor.


        Çayı ve kahveyi şekersiz içtiğim için bu konuda zaten bir sıkıntım olmuyor. Yıllar önce bırakmıştım. Bırakınca da şunu fark ettim gerçek çay şekersiz olan çaymış. Ondan öncesinde ben çay değil,  tatlı su içiyormuşum.

      Ben de dahil bir gün tüm insanlığın bu şeker zehirinden tamamıyla kurtulması dileğiyle. Sevgiler...


Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu

       Bu yaz tatilinin en güzel keşfi benim için Onur Caymaz oldu. O kadar çok sevdim ki bu kitabı,  diğer bütün kitaplarını da okumaya karar verdim.



       Kitap, benim en sevdiğim konuyla ilgili yani yazarlar ve edebiyatla ilgili bir deneme kitabı. Onur Caymaz öyküleri ve şiirleriyle pek çok ödül alan yazar ve şairlerimizdenmiş.

       Kitabı okuduktan sonra sosyal medya hesaplarından kendisini takip etmeye başladım. "Yaratıcı Okurluk" adlı atölye çalışmaları varmış. Maddi durumum biraz düze çıkınca katılmayı planlıyorum. Bu atölyenin sloganı ise "İyi okur, kötü yazardan iyidir." Tuttum bu sloganı ben.


        Gelelim kitaba: Kitap beş bölümden oluşuyor. Sırasıyla; Bir Tüy, Kalem, Dilleri Var Bizim Dile, Hayatlık, Günlerin Getirdiği, Dışarlıklı, Elveda Çiçeği  ve Yürüyüş Kolu. Bu beş ana bölümün altında da pek çok başlık var.

        Yazar kitapta sık sık okura seslenir. Kendi okuruna, Aylak Okur, der. Açıkçası bu da ayrıca hoşuma giden bir sesleniş oldu.

        Kitapta yazarların, edebiyatla ilgili ya da kendi yazma serüvenleriyle ilgili pek çok bilgiyi bulabildiğiniz gibi hayata dair pek çok anekdotu da bulabilirsiniz.

       Eğer edebiyatla ilgiliyseniz bence bu kitabı mutlaka okumalısınız.



6 Eylül 2017 Çarşamba

Değişim Güncesi : Yüz Yogası : 6 Eylül

           Gece uyuyamadığım için sabah çok zor uyandım. Ama rutin işlerimi yapmayı da aksatmadım. Nedir bunlar? Yüz egzersizleri ve kuru fırçalama. Bir ara kuru fırçalamanın ne olduğunu yazacağım. Yüz egzersizlerim yaklaşık on dakika kadar sürüyor. Aslında bazen uzun yapıyorum bazen de kısa. Özellikle akşamları uzun uzun yapıyorum.


        Ben pinterest ve youtube'da pek çok video izleyip kendimce bir yüz programı hazırladım. Sabah akşam da düzenli olarak yapıyorum. Bir ay sonra da her ay yapmak üzere öncesi- sonrası fotoğraflar koymayı düşünüyorum. Kim bilir belki ilerleme olur ve sizler de yapmaya karar verirsiniz.


       Ben her şeyin ilacının spor ve beslenmede gizli olduğuna inananlardanım. Spor yapmayı da çok sevenlerdenim. Hatta keşke beden eğitimi öğretmeni olsaydım diye sık sık düşünmüşümdür.


       Her gün yürüyüş yapmama rağmen bugün yataktan hamlamış olarak uyandım. Neden oldu bu diye düşünürken aklıma dün yaptığım yoga geldi. Her ne kadar dün yapamadım olmadı diye düşünsem de vücudum ve kaslarım çalışmış.



      Bugün yürüyüş sonrası yine aynı videoyu uyguladım. Yine hareketleri tam yapamadım. Olduğu kadar diyerek yapabildiğimi yaptım. Elektrik çarpmış gibi zangır zangır titreyerek pozlarda durmaya çalıştım. Bu titremeler normalmiş ve zamanla geçiyormuş. Bakalım benim ki ne zaman geçecek.

     Bugün şekersiz hayatımın ikinci günü. Hem yüz egzersizleri hem yoga hem de şekersiz hayata aynı anda başladım. Üçü de daha önce deneyip memnun kaldığım şeylerdi. Şimdi hayatımın bir parçası ve yaşam şekli haline getirme istiyorum. Umarım başarılı olurum.

  Sevgiler...


Minimalizm

        Bu belgeseli, arkadaşım Sibel'in tavsiyesiyle izledim. Çok yavaş ilerleyen hatta izlerken zaman zaman sıkıldığım bir film oldu. Film sıkıcı olsa da verdiği mesaj aslında güzeldi.


        Nedir bu mesaj? İnsanları tüketim çılgınlığından kurtarmak. Bizler ne kadar çok şeye sahip olursak o kadar mutlu oluruz yanılgısını taşıyoruz. Aslında ne kadar çok şey sahip olursak o kadar mutsuz oluyoruz. Belgeseli çekenler de bu fikirden yola çıkarak az eşyanın insana daha çok mutluluk getirdiğini söylüyorlar.


        Yıllar önce Franz Kafka'da aynı şeye değinir ve der ki " Mutlu olmak istiyorsanız az insan ve az eşyaya sahip olun". Bu konuyla ilgili olarak Dövüş Kulübü'nde de çok sevdiğim bir söz vardır.  "Aslında sahip olduklarımız bize sahip oldukları için mutsuz oluyoruz."



      Belgeselde bu düşünceden hareketle minimal hayatı tercih eden insanlarla görüşüyor. Hepsinin de hayatından çok memnun olduğunu söylüyor. Mutlu olmak için büyük evlere, büyük arabalara ya da çok eşyaya sahip olmamız gerekmiyor. Evet bu fikre ben de katılıyorum. Ama iki üç eşyayla yaşamakta bana çok çekici gelmiyor. Eşyalarla tıka basa dolu bir ev beni ne kadar rahatsız ediyorsa,  bir iki eşyalı ev de o kadar rahatsız ediyor. Ortayı bulmak gerek. 

       Film 2015 yapımı ve 1 saat 19 dakika sürüyor.

5 Eylül 2017 Salı

Değişim Güncesi : 5 Eylül

    Okul benim hayatımı düzenleyen en önemli faktörlerden biri. Sanırım düzensiz hayatı sevmiyorum. Bu yüzden her yaz dört gözle okulun açılmasını bekliyorum. Okul açıldıktan bir süre sonra da "ya tatil ne zaman gelecek?" diye isyan etmeye başlıyorum. Tam 20 yıldır bu çelişkiyi yaşıyorum ve bir süre daha yaşamaya devam edeceğim. Neyse asıl konuya gelelim.

        Yaz tatilinde bloğuma bir günce eklemeye karar verdim. İsmini uzun süre düşündüm yaratıcı bir insan olmadığım için sonunda "Değişim Güncesi" ismini koydum. Yani gayet sıradan bir isim oldu.

      Peki nedir değişim güncesi? Bu yıl yapmaya karar verdiğim işleri planlı ve programlı yapmak ve bunları kendime sık sık hatırlatmak. Daha önceleri yaptığım ve memnun kaldığım, ama her işte olduğu gibi bunlarda da sürekliliği korumadığım ve bıraktığım tüm işleri, hayatıma yeniden sokmak için bu günceyi oluşturdum.

       Bir nevi aslında bana iyi gelen şeyleri düzenli hale getirmek için bu başlık açıldı. Nedir iyi gelen şeyler?

        1. Şekersiz Hayat
        2. Yoga
        3. Yüz Egzersizleri

      Anlayacağınız sağlıklı beslenme ve spor üzerine kurulu bir günlük olacak.



      Bugün başlangıcımı da yaptım. Sabah tartıldım; herkes uyuduğu için çığlık atamadım. Tam sekiz kiloluk fazlalığın çığlığını arabama binince attım.


     Okulda kurul toplantısı vardı. Toplantılarımız uzun olduğu için okula yemek götürdüm bugün. Sefertasımda ( böyle bir tasım yok, bildiğiniz saklama kaplarını kullanıyorum) ayranlı çorba ve söğüş salata vardı. Böylece okul aile birliğinin ikramları olan börek, baklava gibi şeker içerikli besinleri yememiş oldum.


       Toplantıdan sonra bir saat yürüyüş yaptım, ardından da 30 dakikalık yoga hareketleri yaptım. Yogayı yaparken nasıl terledim anlatamam. Yürürken bu kadar terlememiştim.


        Yoga için Çetin Çetintaş'ın youtube'da ki yoga başlangıç videosunu uyguladım. Aslında uygulamaya çalıştım demek daha doğru olur. Yoga pozlarındaki halimi görseydiniz epey bir gülerdiniz herhalde. Zamanla olur herhalde diye düşünüyorum ve umut ediyorum.



        Yüz egzersizlerini düzenli olarak uyguladıktan sonra öncesi-sonrası fotoğraflar koymak istiyorum. Bakalım gerçekten fark olacak mı?

        Bugünlük bu kadar yarın görüşmek üzere...Sevgiler...

     

Gösteri Peygamberi

           Chuck Palahniuk, hep duyduğum fakat bir türlü okumaya fırsat bulamadığım yazarlardan biriydi. Yer altı edebiyatının önemli yazarlarından biridir.  En ünlü eseri ise,  sanırım filmi çekildiği için olsa gerek Dövüş Kulübü'dür. Benim de etkilendiğim filmlerden biridir.


        Kitapta ilk ilgimi çeken şeylerden biri sayfaların sondan başa doğru sıralanması oldu. Mesela ilk sayfa "Kırk Yedi"nci bölümden başlıyor sayfa numarası ise 312. Bu şekilde kitap sıralama olarak başa doğru gidiyor.

      Konusu ise hayli ilginç: Tender Branson, Creedish mezhebine bağlı bir misyonerdir. Bu mezhebin insanları daha sonra toplu olarak intihar ederler. Tender Branson ise intihar etmeyen sürekli psikologlarca tedavi edilen intihar etmesi engellenmeye çalışılan bir kişidir. Dünyaya itaat etmek ve çalışmak için geldiğini zanneder. Bir anda medyanın ilgisini çeker ve bir süre sonra bir medya kahramanı olur. Kitabın adının Gösteri Peygamberi olması buradan gelir.


     Kitapta benim en çok ilgimi çeken kahraman ise Fertility Hollis oldu. Her şeyi önceden rüyalarında gören çok ilginç biridir. Tender'ın televizyonda söylediği tüm kehanetleri aslında Fertility'den alır. Keşke yazar bu kahramana daha çok değinseydi.

          Kitabın bana göre iki ana amacı var. Birincisi medyanın, ikincisi ise dini yozluğun çirkin yüzünü göstermek.

       Chuck Palahniuk, sevdiğim yazarlar listeme eklediğim bir yazar oldu. Sizlere de tavsiye ederim.

4 Eylül 2017 Pazartesi

Kelebeğin Rüyası

                Hep duyduğum nedense izlemeye bir türlü fırsat bulamadığım bir filmdi. Arkadaşım Esra yazın izlerim diye DVD'sini verişti bana. İlginçtir onu da izleyemedim. Geçen bir televizyon kanalında görünce izlemeye başladım.


        Beni tanıyan herkes bu filmi mutlaka izlemem gerektiğini söylerdi. Filmi izleyince neden böyle söylediklerini anlamış oldum. Buram buram edebiyat, buram buram şiir kokan bir filmmiş. Tek kelimeyle enfesti ve ben mest olarak izledim.


           2013 yapımı filmin yazarı, senaristi ve yönetmeni Yılmaz Erdoğan'dı. Filmde de Behçet Necatigil karakterini canlandırıyordu. Öykü gerçek yaşamdan alınmıştı. Başrollerinde ise Mert Fırat, Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin ve Farah Abdullah oynuyordu. Her oyuncu rolünün hakkını sonuna kadar vermişti. Ama ben özellikle Kıvanç Tatlıtuğ'u ayrıca çok beğendim.



       Filmde, iki genç şairin şiir ve edebiyat dolu hayatı anlatılırken bir yandan da veremle mücadeleleri de anlatılıyordu. Hastalıklarına rağmen özellikle Rüştü Onur'u ( Mert Fırat ) çok hayat dolu bir sanatsever olarak gördüm. Muzaffer Tayyip Uslu ( Kıvanç Tatlıtuğ)  ise daha içe kapanık ama konu sanatsa girişken olan bir şairdi. Rüştü ve Muzaffer çok iyi arkadaştır. Onların en önemli destekçisi ise orada öğretmenlik yapan Behçet Necatigil'dir.


        İlgimi çeken şeylerden biri filmdeki iki kadın karakterin şiir ve edebiyatla ilgilenmemesi bunun yerine ikisinin de sporla ilgilenmesi oldu ( gerçi Suzan daha sonra edebiyat öğretmeni oluyor). Sanırım o dönemlerde şiir biraz daha erkeklere aitti kim bilir. Şimdi düşünüyorum da o döneme ait kadın şair hatırlamıyorum. Bu konuyu edebiyat öğretmeni arkadaşlarıma da soracağım.

    Ben filmi çok beğendim. Benim gibi izlemeyeniniz varsa ve şiire edebiyata tutkuyla bağlıysanız bu filmi mutlaka izleyin derim.

2 Eylül 2017 Cumartesi

Daha

               Hakan Günday'ı hep duyardım ama nedense okumaya hiç yanaşmamıştım. Ah bu önyargılarım yok mu önyargılarım? Ne geliyorsa başıma onlar yüzünden bir şeyler geliyor. Tüm kayıplarım, hep önyargılarımdan kaynaklanıyor. Mesela Hakan Günday gibi. Çok satanlar listesine giren kitaplara karşı hep bir önyargı oluşuyor bende ve böylece çok kaliteli kitapları ve yazarları hep geç fark ediyorum.

  
           Hakan Günday'dan ilk okuduğum kitap "Daha" oldu. Devamı da gelecek emin olabilirsiniz. Hatta bir arkadaşımda ( Esra'da ) tüm kitapları var. Kışın alıp tek tek okuyup buraya eklemeyi düşünüyorum. Bakalım hepsinde aynı tadı alacak mıyım?

          Gelelim Daha'nın konusuna. Bir çocuğun ağzından ( Gaza'nın ) anlatılıyor tüm hikaye. Gaza ve babası Ahad insan kaçakçılığı yapan kişiler. Ortadoğu'dan gelip Avrupa'ya kaçmak isteyen kişilere bağlantı sağlayan, onları Ege'de kaçakçı teknelere bindiren kişilerdir. Gaza çok küçük yaştan itibaren babasının yanında bu işi yapmaktadır. Annesi ise o çok küçükken ölmüştür.

       Mültecilerin tüm ihtiyaçlarıyla Gaza ilgilenmektedir. Zaman zaman onlara çok iyi davrandığı gibi zaman zaman da çok kötü davranmaktadır. Mültecilerle adeta oyun oynar Gaza, hatta bazen onlar üzerinde çeşitli sosyolojik deneyler yapar. Bu deneyler, kitapta en çok ilgimi çeken bölümler oldu. Ne yazık ki bu deneyler bazen ölümcül sonuçlar da doğurmaktadır.

        Gaza'yı olumsuz etkileyen hatta travmaya neden olan olaylardan ilki Afganlı mülteci Cuma'nın kendisi yüzünden havasızlıktan ölmesi olur. İkinci büyük olay ise babasının kullandığı ve içinde mültecilerin olduğu kamyonun kaza yapması ve haftalarca cesetlerle bir arada kalarak yardım beklemesi oluyor. Bundan sonra ruhsal dengesi bozuluyor.

       Okulda çok başarılı olan, derslerinde harikalar yaratan Gaza'nın en büyük sorunu yaşadığı bu travmalardan kurtulamaması oluyor. Gelen yardım ve desteklerden de uzak duruyor sonunda doğup büyüdüğü kasabaya geri dönüp orada tek başına yaşamaya başlıyor. Orada yaptığı kazılardan annesinin aslında ölmediğini ve babası tarafından öldürüldüğünü fark ediyor. Bir de babasının birikimlerini yani gömdüğü paraları buluyor. Bunları yanına alıp Afganistan'a Cuma'nın memleketine gidiyor. Kitabın devamını yazmayayım.

      Anlattığımdan çok daha fazlası var kitapta bu yüzden okumanızı tavsiye ederim. Hem akıcı hem de etkileyici bir kitap mutlaka okuyun derim.