28 Şubat 2017 Salı

Anlatılan Senin Hikayendir

     
           Cuma akşamı Türkan Saylan Kültür Merkezi'nde,  Levent Üzümcü'nün,  Anlatılan Senin Hikayendir, adlı oyununu izledim.


         İki perdelik oyunda toplam üç ayrı hikaye anlatılıyordu. Biri Bergama'lı Mehmet Emmi'nin hikayesi ( ismi yanlış hatırlıyor olabilirim. Allah'ım tam bir isim özürlüyüm), diğeri Levent Üzümcü'nün dedesinin hikayesi, sonuncusu ise denizci Barış'ın hikayesi. Üçü de Ege'li. İlk oyunda kullanılan  Ege ağzından dolayı esprilerin çoğunu kaçırdım.



          Oyun müzikliydi. Türküleri de Levent Üzümcü söylüyordu. Ege oyunlarını da çok güzel oynuyordu. Ama bence türkü söylememeli, çünkü söylerken çok fazla detone oluyordu. Hatta bence türküleri başkası söylese oyuncu daha da az yorulurdu. Hem söylemek hem oynamak gerçekten zor zaman zaman insan nefes nefese kalabiliyor.



       Kahramanların üçünün de hikayesi etkileyiciydi. Ama ben en çok denizci Barış'ın hikayesini sevdim.


        Gemilerde çalışan Barış, Kardak kayalıkları krizi yüzünden Yunanlıların saldırısına uğrar. O gün kendi kendine söz verir, ilk gördüğü Yunanlıyı kendi elleriyle boğacaktır. Yıllar sonra gemisi kaza yapar, batan gemiden atlayarak kıyıya kadar yüzer. Hem yorgunluktan hem de soğuktan çok etkilenen Barış kendinden geçerek bayılır. Bayılmadan az önce ise öleceğinden emindir. Gözlerini açtığında kendini bir evde görür. Yaşlı bir amca onu  kurtarmıştır. Kurtaran kişi ise bir Yunanlıdır. Yıllar önce verdiği sözü hatırlar ve kendi kendine güler. Kurtarıcısı olan Yorgo'yla da kendini manevi kardeş ilan eder. İşte her milletin iyisi de var kötüsü de.

         Ben oyunu keyifle izledim. Sizlere de tavsiye ederim.



27 Şubat 2017 Pazartesi

Konstantiniyye Oteli


           Çok uzun zamandır Zülfü Livaneli okumuyordum. Düşündüm de en son ne zaman okuduğumu da hatırlamıyorum. Sanırım en son Serenad'ı okudum. Ama en çok sevdiğim kitabı kendi hayatını anlattığı Sevdalım Hayat oldu.


         Gelelim kitabımıza: Zülfü Livaneli okuyanlar bilirler. Dili hem sade hem de akıcıdır. Hangi kitabı olursa olsun mutlaka sosyal olaylara değinir ve bir farkındalık oluşturmaya çalışır. Bu nedenle ben ne zaman Zülfü Livaneli okusam mutlaka yeni bir şeyler öğrenirim. Bu kitapta İstanbul tarihiyle ilgili pek çok şey öğrendim. Pek çok bölümü beni çok etkiledi. Onlardan biri Enver paşalar tarafından ( birkaç paşa daha var isimlerini hatırlamıyorum), İstanbul'da ki başıboş köpekler bir adaya bırakılıyorlar. Adada ne yiyecek var ne su var ne de gölgelerinde durabilecekleri ağaçlar var. Kıraç bir ada anlayacağınız. İşte o adada köpekler açlıktan ve susuzluktan birbirilerini parçalayıp yiyorlar. Gelen her gemiye kendilerini kurtarmaları için yalvarır gibi bakıyorlar. Daha da kötüsü serinlemek için tek çareleri deniz, denize girenlerde tuzlu suyun ve güneşin etkisiyle daha çok yanıyorlar. Dehşetle okudum bu satırları.


        Kitapta en çok sevdiğim bölüm ise Nekropolis kısmı oldu. Ölüler diyarında bekleyenlerin birbiriyle sohbetleri anlatılıyor. Ölülerin tamamı İstanbul topraklarında yatıyorlar; Kimi Müslüman, kimi Hristiyan kimi ise Pagan. Aralarındaki sohbet ise hem eğlenceli hem düşündürücü. Okumanızı tavsiye ederim.


        Nekropolis'te sadece insanlar değil hayvanlar da var. Onların hikayesi ve konuşmaları da en az insanlar kadar etkileyici.



       Kostantiniyye Oteli aslında tarihsel bir roman değil. İçinde tarih geçen bir roman. Bu yönüyle çok hoşuma gitti. Kitabın ana kahramanları Zehra ve Emre, günümüzde yaşayan kişiler.

          Yazarımız kitabını üç yılda yazmış. 2012'de başlayıp 2015'te bitirmiş. Ben keyif alarak okudum. Sizlere de tavsiye ederim.

26 Şubat 2017 Pazar

Aşk Dersleri


           14 Şubat'ta Türkan Saylan Kültür Merkezi'nde Füsun Demirel'in Aşk Dersleri adlı söyleşi/oyununa gittim.


         Füsun Demirel, ülkemizde tabu olan konulara bir bir değindi . Nedir bunlar derseniz: Regl ( Adet Kanaması), Kızlık Zarı, Orgazm, Menopoz. Bunlara ek olarak da Tecavüz ve Kadına Şiddet.


         Oyundaki anekdotların bir kısmı kendi hayatından, bir kısmı ise Dario Fo ve eşi France Rame
'in hayatından. Dario Fo'nun pek çok eserini Füsun Demirel çevirmiş ve aynı zamanda çok iyi de arkadaşlarmış.


          Yıllar yıllar önce Taksim Sahnnesi'nde Dario Fo'nun, Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü adlı oyununu izlemiştim. En arkadaydım ve konuşmaların bir kısmını duyamadım ( geçirdiğim kulak rahatsızlığımdan kaynaklandı). Duyduklarım ise beni büyülemişti. İlk fırsatta oyuna tekrar gittim, bu defa ön koltuklardan bilet almıştım, tüm konuşulanları duydum ve tek kelimeyle oyundan büyülenerek çıkmıştım. Oyuncular ve oyunculuk çok iyiydi ama ben yazarı merak etmiştim. Eve gelir gelmez de araştırmıştım. İşte o gün bugündür içinde Dario Fo geçiyorsa o oyuna mutlaka giderim.
 
Füsun Demirel'i ve oyunculuğunu çok severim. Ama ne yazık ki bu oyundaki ( oyun kısmı hariç) performansını pek beğenmedim. Akıcı değil duraklayarak konuştuğu için bir süre sonra konular can alıcı da olsa sıkıcı hale geldi. Hatta bazı seyirciler oyuncunun gözü önünde salonu terk ettiler. Ben de o giden seyirciler kadar oyundan sıkılsam da oyuncuya ayıp olmasın diye oyunu sonuna kadar izledim.
 
 


        Oyunun son kısmında tecavüz ve şiddet konusu işleniyordu. Dario Fo'nun eşi de tecavüze ve şiddete maruz kalmış. O'nun yaşadıklarıyla oyun sona eriyordu. Oyunun etkileyici kısımlarında biri de buydu.

         Sosyal farkındalık yaratıyor diye oyunu beğendim. Ama dediğim gibi akıcı değil hatta çoğunlukla sıkıcıydı.

        

24 Şubat 2017 Cuma

Yüksek Topuklar

     Murathan Mungan tartışmasız en çok sevdiğim Türk yazarı. Şu ana kadar okuduğum tüm kitaplarını çok beğendim.


      Yüksek Topuklar'ı da büyük bir keyifle okudum. Hatta öyle ki kitap bitsin istemedim. Bitince de kendimi kötü hissettim ve birkaç gün başka bir kitaba başlayamadım. Daha önce yazarın; Şairin Romanı, Harita Metod Defteri, Lal Masalları, Kaf Dağı'nın Önü, Çador ve Paranın Cinleri adlı kitaplarını okudum. Hepsi ama hepsi birbirinden güzeldi.

    

        Gelelim Yüksek Topuklar'a. Kitabı elime alır almaz daha ilk cümlesinden müthiş etkilendim. Nedir bu cümle derseniz;

        "Hayatım içimden geçen cümleler içinde geçti."

      Sonrası da aynı güzellikte devam etti. Her zamanki şiirsel dili beni benden aldı ve götürdü. Yazar bu kitabı 1993-2002 yıllar arasında yazmış.

       Kitabın konusu kısaca şöyle: Kitabın ana kahramanı Nermin, arkadaşının kızı olan 5 yaşındaki Tuğde'ye beş günlüğüne bakar. İşte kitap bu beş günlük süreci kapsar. Nermin'in Tuğde'yle katıldığı ortamlar ve bu ortamlarda karşılaştığı insanlar anlatılır. Çok sıradan gibi görünen bu konunun içinde bana göre bir hazine gizli. Her birisi özenle seçilmiş cümlelerde pek çok yaşam ve bakış açısı anlatılmış. Kitap bir nevi Nermin'in günlüğü niteliğindedir. Kitabın sonunda Nermin yazdıklarını gay olan bir yazar arkadaşına götürür ve okumasını ister. Kitabına vereceği isim ise bellidir: "Yüksek Topuklar"  ( Bana göre Nermin'in gay arkadaşı da Murathan Mungan'dır).


      
         Murathan Mungan'ın kitaplarını ne zaman okusam hep aynı sorunla karşılaşırım. Çok beğendiğim cümleleri bir yerlere not almak isterim ve işin içinden çıkamam. Çünkü beğendiklerimi yazmaya kalkışsam kitabın tamamını yazmak gibi bir durumla karşı karşıya kalıyorum.

         Bu kitapta beni en çok şaşırtan şey ise; yazarın kadın dünyasını çok iyi bilmesi oldu. Ancak bir kadının yazabileceği bu hikayeyi nasıl oluyor da yazabiliyor anlayamıyorum. Kitabın pek çok yerinde kendimi gördüm. Kitap tamamen kadınlar üzerine olduğu için siz de mutlaka kendinize dair bir şeyleri bu kitapta bulabilirsiniz. Hatta çevrenizde ki kadınları kitapta görürseniz benim gibi şaşırmayın. İnanılmaz bir gözlem ve empati var bu kitapta.

      

         Kitap bende terapi etkisi yaratı. Murathan Mungan dururken terapiste gitmeye hiç gerek yok inanın bana. Moraliniz mi bozuk, insanlara mı kızdınız ya da kırıldınız. Alın hemen elinize bir Murathan Mungan kitabı ve bırakın o eşsiz cümleler sizi teselli etsin.

      Sayfa 421: " Geçtiğimiz yollarda kaybettiklerimizin bize en büyük kötülüğü, kendilerini tekrar tekrar hatırlatmalarıdır. Bir kere kaybetmekle kurtulamadığımız şeylerdir. YOKLUKLARI HAYATIMIZDAKİ VARIKLARI HALİNE GELİR. Hep, ama hep hatırlarız. Ne biçim kaybetmektir bu?"

      Sayfa 424: " Sevdiklerimizin hayatına ya erken girer ya geç kalırız. Bütün aşk dramları da bundan doğar zaten."

      Ben Nermin'i de Tuğde'yi de ( bütün iticiliğine rağmen) çok severek okudum. Size de tavsiye ederim. Eminim bana hak vereceksiniz.

20 Şubat 2017 Pazartesi

Saadet Hanım


        Geçen hafta çarşamba günü Kadıköy Haldun Taner'e gittim. "Tiyatro biletim var",  diye gişede ki görevliye söyledim. Sonra ne oldu dersiniz? Biletim bulunamadı. Ben şaşkın şaşkın mailimi açıp kontrol edeyim dedim. Aaaaa o da ne meğer benim biletim çarşamba değil cumartesi günüymüş.

          Ben de bu krizi fırsata çevirip,  hemen mağazaları dolaşıp düğün için kıyafet baktım (1 nisanda kardeşimin düğünü var da). Vitrinde vurulduğum bir elbiseyi üzerime giyip, parasını ödeyip çıktım mağazadan. Hayatımın en hızlı alışverişi oldu.


         Bu durumda tabi cumartesi yeniden Haldun Taner'deydim. Gişedeki görevliye "bu defa doğru emin olabilirsiniz" dedim. Nitekim doğruydu da. Gelelim oyunumuza...


     Saadet Hanım adlı oyunu izledim. Oyunumuzun kahramanı benim meslektaşım. Tek farkımız kendisi ilkokul öğretmeni bense lise. Saadet Hanım'ı Nilgün Kasapbaşoğlu canlandırıyordu. Oyunda tüm oyucuları beğendim. Olay bankada geçiyordu. Sonrasında bankaya soyguncular/eylemciler geliyor ve oyunun seyri değişiyor. Derken soygunculardan biri bizim Saadet Hanım'ın oğlu çıkıyor. Dışarda polisler, içerde eylemciler pazarlık başlıyor. Saadet Hanım'a göre bunların hepsi eğitim sisteminden kaynaklanıyor. Eğitim sistemi bozuk olduğu için herkes sorunlu  ( bu kısma kesinlikle katılıyorum, herkes kısmı hariç). Daha eylemciler amacına ulaşamadan bizim Saadet Hanım oğlunu eylemci diğer kızla evlendiriyor. Yani oyunda o kadar çok şey işlenmiş ki, karman çorman bir şey olmuş. Seyirciler çok güldü, hatta ayakta alkışladı. Bense sıkıntıdan patladım.


    Oyunun vermek istediği ana mesaj, senlik benlik olmasın herkes birbiriyle bütünleşsindi. Mesaj çok güzeldi. Ama oyunda o kadar çok konu ve sahne,  gereksiz yere olduğu ve uzatıldığı  için oyunun son sahnesine kadar asıl mesajı anlamıyorsunuz. Şahsen ben anlamadım yani. Kısacası oyunu beğenmedim. Fakat seyircilerin çok memnun ayrıldığını da ekleyeyim. Karar sizin.


       Oyun iki perde ve bir saat 40 dakika sürüyor.

18 Şubat 2017 Cumartesi

Vezir Parmağı


          Annem Mahsun Kırmızıgül'ün filmlerini çok seviyor. Özellikle Mucize filmini defalarca izlemiştir herhalde. Neyse...


        Gördüğü kemoterapiler ve radyoterapi sırasında hiç evden çıkamadı ( hastane hariç). Özellikle kalabalık ortamlardan hep uzak durdu. Geçen hafta artık iyileştiğine (umarım ve inşallah)  ikna olup sinemanın yolunu tuttuk.



               Görüntüler harikaydı. Filmi çektikleri mekan büyüleyiciydi ( sanırım Kuzey Irak'ta bir yerde çekilmiş) gidip görmek ve gezmek isterim oraları. Müzikler de çok güzeldi. Yasemin Yalçın'ı çok özlemiştim, çok beğenirim oyunculuğunu -ki filmde de harika bir performans sergiliyor.



           Amma övdün filmi diyeceksiniz. Ama daha son sözümü söylemedim. Filmi ne yazık ki beğenmedim. Hem de hiç beğenmedim. Sahneler arasında kopukluk vardı. Sanki bazı sahneler sırf espri yapılabilsin diye kurgulanmıştı. Filmde bir bütünlük yoktu sanki. İzlerken sıkıldım ve bir an önce bitmesini istedim.



         Filmin konusu güzeldi ama iyi işlenmemişti. Bence çok daha iyi bir film olabilirdi. Aceleye mi geldi anlamadım. Sonuç olarak ne oldu dersiniz: Ana-kız hayal kırıklığıyla evimize geri döndük. 



16 Şubat 2017 Perşembe

Martı


     Geçen hafta Üsküdar Musahipzade Sahnesi'nde Martı oyununu izledim. Oyunun yazarı Anton Çehov, çeviren Behçet Necatigil, yönetmeni Yıldırım Fikret Urağ'dı.


         Oyuncu kadrosu oldukça kalabalıktı. Oyunun dekoruna bayıldım: Muhteşem bir göl manzarası kullanılmıştı. Dekor için çok ciddi çalışılmıştı.


        Oyuncuların hepsinin performansı çok iyiydi. Özellikle Jülide Kural ve Pelin Abay'ı çok beğendim. Oyun,  150 dakika ve iki perde.


        Göl kıyısı ve bu kıyıdaki ev o kadar güzel verilmişti ki çok imrendim. Öyle bir yerde yaşamak isterdim.


        Oyunun konusu kısaca şöyle: "Sorin Çiftliği’nde bir akşamüstü… Çiftliğin hemen yanı başındaki gölün kıyısında hazırlanmış sahnede genç yazar Treplev’in oyunu oynanacaktır. Annesi ünlü aktrist Arkadina ,Sevgilisi başarılı yazar Trigorin ve ev halkı gösteriyi izlemek için toplanmışlardır. Oyunda Treplev’in aşık olduğu Nina oynayacaktır. Treplev’in hayali sanatta yeni biçimler bulmak,Nina’nın hayali ise ünlü bir aktrist olmaktır. Büyük umutlarla başlayan oyun annesinin yüzünden yarıda kesilince Treplev ve Nina başta olmak üzere hayatları savrulmaya başlayacaktır. Moskova’dan uzak bir çiftlikte bir araya gelen Aristokrat ailenin, çöküş içinde olan ve yeni değişimlere ayak uyduramayan bireylerinin taşrada geçen dramatik öyküsü." ( Şehir tiyatrolarnın tanıtım bülteninden kopyalayıp yapıştırdım.)





8 Şubat 2017 Çarşamba

Yangın Yerinde Orkideler


             Kadıköy Haldun Taner aboneliğim devam ediyor. Her çarşamba olduğu gibi bu çarşamba da tiyatrodaydım. Oyun öncesi güzel bir Kadıköy turu yaptım. Doyamıyorum Kadıköy gezmelerine her gün gitsem sıkılmam diye düşünüyorum.


       
       Bugün gittiğim oyunun adı Yangın Yerinde Orkideler'di. Oyunun yazarı Mehmet Baydur'du. Yazarın hayat hikayesini okuduğumda elli yaşında öldüğünü gördüm. Yazık,  çok kısa yaşamış ve bu kısacık ömrüne pek çok eser sığdırmış. Oyunun yönetmeni ise Hülya Karakaş'mış.



         Oyuncu kadrosu çok kalabalık değildi. Toplam altı oyuncu vardı. Oyunculuk olarak en çok Nuri karakterini beğendim. Nuri'yi canlandıran kişi ise Can Ertuğrul'muş. Diğer oyuncuları ne yalan söyleyeyim pek beğenmedim.


           Tabi ki bir tiyatro eleştirmeni değilim, bu alanda eğitim de almış değilim. Sade bir izleyici olarak ben bu oyunu beğenmedim. Beğendiğim iki şey var biri dekoru bir diğeri ise Nuri karakteri. Diğerlerini inandırıcı bulmadığım gibi oyunun konusundan da son derece sıkıldım. Ayrıca müzikleri de beğenmedim. Hatta bir an önce bitse de gitsem, diye düşündüm.


         Oyun bir saat otuz dakika ve iki perde. Anladığım kadarıyla oyun çok sevildiği için özel tiyatrolarda ve devlet tiyatrolarında da oynamış. Bugünkü oyunda da seyircinin pek çoğu ayakta alkışladı. Belki bana hitap etmemiştir diye düşünerek ve tiyatro aşkına gidin derim.

3 Şubat 2017 Cuma

Aylak Adam

       155 sayfalık muhteşem bir roman. Üzerinde çok düşünülmesi ve çok tartışılması gereken bir kitap. Bakmayın sayfa sayısının azlığına her satırı her paragrafı yoğun anlam içeren bir roman. Okumaya karar verdikten sonra Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı bu kitaptan esinlenerek yazdığını duyunca daha heyecanlı başladım kitaba. Oğuz Atay'ın etkilendiği paragraf benim de tüm hayatımı sorgulamama neden oldu. İşte o sözler:

 Sayfa 148: " Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, '-Veli Ağanın öküzleri gibi öküz yoktur.' demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"


        Kitapta iki kahramanın ismi yok. Biri baş kahramanımız olan erkek, buna C ismini takmış. Diğeri de karamanımızla bir şekilde yolları karşılaşan ama paylaşımları olmayan kadın, B ismini takmış. Eğer C ile B ilk karşılaşmalarında birlikte olmaya karar verselerdi bu kitap yazılmazdı diyor yazarımız. Demek ki bu iki kahraman birbirlerinin "tutamağı" olacaktı. Diğer kahramanların hepsinin birer ismi var.

      C, paralı ( kendisine zengin denilmesinden hoşlanmayan), hiçbir işi olmayan, işini soranlara "Aylakım ben" diye cevap veren bir kişidir. Çevresindeki kişilerin çoğu ressamdır. Kendisi de bol bol okur. Okumanın dışında yaptığı tek şey hoşlandığı kadınların peşine düşüp, pastanelerde, yollarda onların önünü kesip tanışmak ve onlarla birlikte olmaktır. Zampara biri değil aslında, tek isteği hayatının tutamağı olan kadını bulmak. Çevresindeki kişiler böyle bir kadının olmadığını söylemelerine rağmen C pes etmez ve aramaya devam eder. Sonunda bulduğunu düşünür, ama kadın koşarak otobüse atlar ve kaybolur. C'nin is tüm çabası boşa gider ve otobüsü kaçırır. C, her şeye karşı duran bir kişiliğe sahiptir. Ahlaki düzene, sıradanlığa, kolaycılığa tamamen karşı bir kişi. Aslında çok zor bir karakteri var, tabi bu hayatını da zorlaştırıyor. Fakat bundan şikayetçi değil.

     Aylak Adam, hikayesi basit ama anlatımı zengin olan bir kitap. Okumanızı öneririm.

2 Şubat 2017 Perşembe

Boğulmamak İçin


            Uzun yıllardı Orwell okumuyordum. Okuldan kimya öğretmeni arkadaşım okumam için, Orwell'in iki kitabını verdi. Her iki kitap da Can Yayınları'ndan çıkmış. Sömestre tatilini fırsat bilip bir tanesini hemen okudum.


      Kitabın kahramanı George Bowling, 45 yaşlarında takma dişli, kilo problemi olan, evli, iki çocuklu bir pazarlamacıdır. Birinci Dünya Savaşı'nda askerdir ve yaşadığı dönem İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasına yakın bir dönemdir. Kahramanımız başından geçenleri anlatırken fon da tarihsel süreci de verir yazarımız. Hitler'in hem korkulduğu hem de desteklendiği bir dönemdir.


        Kitapta evlilik, savaş ve hayat üzerine ironik bir anlatım var. Bazı yerlerini tebessüm ederek okudum:

           "...ilk evlendiğimizde bazen onu boğasım gelirdi ama sonra aldırmamaya başladım. daha sonra da şişmanladım ve sakinleştim. 1930'da şişmanladım galiba. bir top güllesi isabet etmiş de içimde kalmış gibi birdenbire oldu sanki. nasıl olduğunu bilirsiniz."

          Sık sık şişmanlığından ve takma dişlerinden bahsedip kendisiyle hem alay eder hem de kedine acır. En büyük tutkusu çocukluğundan beri hep aynıdır; balık tutmak. Severek yaptığı bu etkinliği çeşitli nedenlerle yıllarca yapamaz. 45 yaşında yeniden bu tutkuyu yaşamak ister ve doğup büyüdüğü kasabaya geri döner. Aradan otuz küsur yıl geçtiği için kasaba çok değişmiş ve kahramanımızda çok daha farklı duygulara neden olmuştur. ( Bu kısmı okurken acaba ben de büyüdüğüm yer hakkında böyle hisseder miyim diye düşündüm. Hala aynı şehirdeyim ama büyüdüğüm mahalleye belki yirmi yıldır gitmiyorum.)

         Kitabın basit bir hikayesi ama muhteşem bir anlatımı var. Bir Orwell hayranı olarak okuyun derim. Ama beklentinizi 1984 ya da Hayvan Çiftliği kitapları kadar yüksek tutmamanızı tavsiye ederim.

1 Şubat 2017 Çarşamba

Karıncalar- Bir Savaş Vardı


           Bugün Kadıköy Haldun Taner'deydim. Her gittiğimde iyi ki tiyatro var, iyi ki sanat var, diyorum.


          Karıncalar oyunu, tek kişilik dev bir oyun. Yazarı, benim çok sevdiğim yazarlardan biri olan Amerikalı John Steinbeck. O'nun,  Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri ve Bitmeyen Kavga adlı romanlarını büyük bir zevkle okumuş,  Fareler ve İnsanlar kitabının etkisinden çok uzun süre kurtulamamıştım.



     John Steinbeck bu oyunu Boris Vian'la birlikte yazmış. Oyunun yönetmeni, Ergun Üğlü, oyuncusu ise Mert Turak. Mert Turak'ı,  muhteşem performansından dolayı kutluyorum. Ben ağlamasam da oyunda kendini tutamayan pek çok seyirci oldu.


       Oyun tam bir savaş karşıtlığını işliyor. Zaten savaşlar, ( savunma olmadığı sürece)  kesinlikle karşı olunması gereken bir durum bence. Oyunun en acı sahnesi,  askerin mayına bastığı sahne oldu. Tam savaştan kaçmaya karar verdiği sırada bir mayına basıyor, böylece kendi kendisinin esiri oluyor. Orada sevgilisine söylediği söz beni çok etkiledi. " Burada ne kadar kalırım bilmiyorum Jacklin, bildiğim bir şey varsa, artık ben, seni bekliyorum." Ayağını mayından kaldırmadan saatlerce hatta sanırım günlerce kalıyor.



        Mayına bastığı yerde bir de karınca yuvası vardır. Zavallı asker bir yandan mayın bir yandan da karıncalarla mücadele halindedir.


         Oyuna yönelik tek eleştirim savaş sahnelerinde yüksek sesten dolayı kaçırdığım pek çok replik oldu. Ama şunu da söylemeden edemeyeceğim o sahnelerde sesin duyulmaması savaş sahnesini daha gerçekçi hale getirdi.

     

       Oyun muhteşem, ışık muhteşem, konu muhteşem, oyuncu muhteşem. Kaçırmayın bu oyunu derim.