23 Mayıs 2016 Pazartesi

Freud'un Kız Kardeşi


        Goce Smilevski'yi daha önce hiç duymadım ve hiç okumadım. Makedonyalı olan yazar bu kitabıyla Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü almış. Kitap son derece kolay okunuyor. Çevirmen Levent Ademov'a buradan teşekkür ediyorum.

          Gelelim kitabın konusuna: Kitap, Freud ve kız kardeşlerinin yaşam hikayesinden bahsediyor. Olayları anlatan kişi olarak kız kardeşi Adolfina Freud seçilmiş. Normalde tabi ki Adolfina anlatmıyor, yazar bu şekilde kurgulamış.

         Peki bu kitap neden yazılmış? Freud'un kız kardeşlerinden neden bahsedilmiş? Çok acı bir hikayeden dolayı yazılmış: İkinci Dünya Savaşı döneminde Viyana'ya girmeye çalışan Hitler'in ordusu tüm yahudiler gibi orada yaşayan Freud ve ailesini de korkutmaktadır. Freud ailesiyle birlikte Londra'ya gitmeye karar verir. O'nu Londra'ya götürecek olan kişiler Freud'a götürmek istediği kişilerin bir listesini yapmalarını isterler. İşte olaylar burada başlar. Çünkü Freud çevresinde ki herkesi yazar ama dört kız kardeşini yazmaz. Eşi, çocukları, eşinin ailesi, doktoru, doktorunun ailesi, hizmetçileri, hatta köpeği bile listede vardır ama kız kardeşleri yoktur. Peki onlara ne oluyor derseniz? Onlar bir Nazi kampında ölüyorlar. Nazilerin duş dediği yerde zehirli gazlarla öldürülüyorlar. İşte tüm bu olanlar Adolfina Freud anlatıyor gibi kurgulanmış kitapta. Kitabı okurken kardeşler arasında herhangi bir sorun olmadığını görüyorsunuz. Alında Freud kız kardeşlerinin Viyana'da kalmasında bir risk görmediği için onları orada bırakıyor. Kendisi de kanser hastası olduğu için kısa bir süre sonra vefat ediyor. Bence ölmeseydi ne yapar eder kız kardeşlerini mutlaka yanına aldırırdı, diye düşünüyorum.

            Neyse kitap fena değil ama bu kitabı kaçırmayın mutlaka okuyun diye bir övgü yazmayacağım. Zira o kadarını hak etmiyor.
         

22 Mayıs 2016 Pazar

Beethoven 9. Senfoni


            Dün bir çılgınlık yapıp Süreyya Operası'na gittim. Bunun neresi çılgınlık derseniz, bilet almadan gitmem çılgınlıktı. Belki gelmeyen olur onların yerine bilet alırım diyerek gittim. Kapının önünde arkadaşımı beklerken bir kadının seslendiğini duydum. "Konsere girmek isteyen var mı?" diye. Böylece bilet bulmuş oldum. Konser sonrasında da "iyi ki gelmişim" dedim. Olur da bir daha olursa bu konser- ki olur- bence sizde mutlaka gitmelisiniz.


       Beethoven bu senfoniyi tamamen sağırken bestelemiş. Senfoniyi dinlerken bu durumu hayretler içerisinde yeniden düşündüm. Her şeyi, bütün enstrümanları zihninde duyarak bestelemiş. Müthiş bir deha ve müthiş bir beste.

       Ben senfoninin en çok son kısmını yani koro kısmını seviyorum. Bu bölüm Shiller'in Neşeye Övgü şiirinin bestelenmiş haliymiş. Hakikaten dinlerken hem neşeleniyor hem de coşkuyla doluyorsunuz. 1971 yılında Neşeye Övgü bestesi,  Avrupa Birliğinin resmi marşı olması için önerilmiş ve kabul edilmiş.1972'de de resmi olarak Avrupa Birliğinin marşı olmuş. Müziği merak ediyorsanız, buyurun efendim tıklayın ve dinleyin.




   

   

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Çador


        Yabancı yazarları seviyorum ama nedense yerli yazarlar daha çok dokunuyor yüreğime. Bunlardan biri de Murathan Mungan. Cümleleri o kadar sade o kadar etkileyici ki, sevdiğim cümleleri bir yere not alayım diyorum, bir de bakıyorum ki kitabı yazmışım. İşte bundan dolayı Murathan Mungan'ın kitapları öyle eline alıp bir çırpıda okunacak kitaplardan olmuyor. Tam tersine şiir okur gibi cümle cümle sindire sindire okumak gerekiyor. Bazen sayfa numarasını not alıp geri dönüp tekrar tekrar okuyorum. İyi ki yazarlar var, iyi ki Murathan Mungan var ve ben iyi ki kitap okumayı seviyorum. Ya kitapları sevmeseydim ! Ne korkunç ve sıkıcı bir hayatım olurdu.

          Gelelim Çador'a. Kitabımızın ana kahramanı Akhbar, bir şekilde ülkesinden ayrı kalmış ve ülkesine geri dönüp annesini, kız kardeşini ve sevgilisini aramaya başlamıştır. Fakat ülke bir savaştan çıkmıştır ve yobazlar tarafından yönetim sistemi değiştirilmiş ve daha da kötüsü kadınların tüm özgürlükleri ellerinden alınarak burka giyme zorunluluğu getirilmiştir. İşte böyle bir ülkede Akhbar ısrarla ailesinin kadınlarını arar. Evleri savaştan dolayı yıkılmış, erkek kardeşi savaşta ölmüştür. Erkeksiz dolaşmak yasak olduğu için kız kardeşiyle annesinin zorunlu olarak evlendirildiğini düşünür. Hatta ararken annesinin dul bir adamla, devlet zoruyla evlendirildiğini duyar.

        Kapanmanın,  burkanın kadınları toplumdan nasıl yok ettiğini kadın imgesinin zihinlerden nasıl silindiğini o kadar güzel anlatmış ki yazar, kadınsız toplumun o karanlık girdabını okurken adeta sarsıldım ve korktum. Almak isteyenler için çok ama çok mesaj var bu kitapta.

         Kitabı okurken olayların nerede geçtiğini bilmiyorsunuz, çünkü kitapta herhangi bir yer ismi verilmiyor. Fakat "burka" ve "iç savaş" sözleri bana kitabın Afganistan'da geçtiğini düşündürdü.

        Şiir tadında bir kitap okumak isterseniz bu kitabı mutlaka okumalısınız. Satırların arasında siz de benim gibi kaybolabilirsiniz. Son olarak kitaptan bir kaç alıntıya yer vermek istiyorum.

          " Gerçeğe çok şey ekleyince yalan oluyor."

          " O sonsuz bir kayboluşa doğru aceleci adımlarla ilerlerken, hikayesi hiçbir yere gitmiyor."

          " En sağlam sınırlar ölülerle yapılanlardır. Kimse öteki tarafa geçemez. Artık kolay kolay barışamayız komşularımızla, kendimizle de... Aramızda ölülerimiz durur."

           "Burkaya giden yolu çador açar. Çador,  ninelerimizin masum başörtüsü değildir. Yalnızca kafalarımızdaki köprüdür. Örtünmek bir ahlak haline getirildiğinde arkası gelir; karara karara gelir. Örtünmenin sonu yoktur.Kadınlar kefene kadar örtünmek zorunda kalır."

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Amok Koşucusu


       Stefan Zweig'ın güzel bir öykü kitabıyla karşınızdayım. Kitapta toplam yedi öykü var. Kitabın en uzun öyküsü kitaba adını veren Amok Koşucusu.

       Amok Koşucusu, bir doktorun bir kadının peşinden giden sonunda hem kadının hem de doktorun ölümüyle sonuçlanan bir öyküydü. Bu kitapta tüm öyküler hep ölümle bitti. En acısı da bu insanların ölümlerinden hiç kimsenin etkilenmemesi.  Tıpkı günümüz gibi. Her gün pek çok kişi ölüyor,  haber bültenlerinde bunları izliyor ve daha haberler bitmeden hepsini unutuyoruz. Eskiden mahallemizdeki bir cenazede günlerce televizyon açmazken, şimdi mahallemizdeki cenazeden bile etkilenmiyoruz. Sanki bugünü görmüş ve yazmış. Kimbilir belki de yazarın yaşadığı dönemde böyleydi. Belki de Dünya hep böyleydi...

           Bu arada Stefan Zweig da Dünya'daki acılara daha fazla dayanamamış ve karısıyla birlikte intihar ederek hayatına son vermiştir. Bu bilgiyi de burada sizlere hatırlatmış olayım. Yazarın sonu tıpkı bu kitaptaki kahramanları gibi olmuştur.
         
                 Ben Zweig'ın bu kitabını severek okudum. Sizlere de tavsiye ederim.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim


       Uzun süredir bloğuma bir şey yazamamıştım. Zaman zaman kitap okumalarım yavaşlıyor hatta bazen hiçbir şey okuyamıyorum. Sanırım yine böyle bir dönemden geçiyorum. Bu kitap çok uzun süre elimde kaldı, hatta bitiremeyeceğimi dahi düşündüm. Ama azmin elinden hiçbir şey kurtulmuyor. Sonunda dün akşam kitabımı bitirebildim.

       Kitap yazarın kendi hastane anılarında esinlenerek yazdığı bir kitapmış. Şizofren bir kızın ailesiyle ama daha çok kendisiyle yaşadığı ilişkiyi anlatıyor. Kitabı okurken ailenin çok geri planda kaldığını fark ettim. Deborah'ın hastanede yaşadıklarını ve  kendi düşsel dünyasını anlatıyor. Bir yandan da Furi adını verdiği doktoruyla yaşadığı terapi seansları anlatılıyor. Her psikoloji öğrencisinin mutlaka okuması gereken kitaplardan biri. Hem şizofrenin ne olduğunu hem de şizofren bir insanın ruh halinin nasıl olduğunu öğreniyorsunuz. Şizofreni parçalanmış kişilik bozukluğuymuş. Kitabın kahramanı da kendi dünyasıyla bu dünya arasında sıkışıp kalan ve sık sık krizler geçiren bir genç kız. Terapistinin kendisine söylediği sözler kitabın ismini oluşturuyor. Terapist "Sana gül bahçesi vadetmiyorum" diyerek beklentisini yüksek tutmaması gerektiğini, bu hastalıkla ömür boyu yaşamak zorunda olduğunu hatta bu hastalıkla yaşamaya alışması gerektiğini söyler. Nitekim Deborah'ta da bir iyileşme olmaz aslında sadece bu hastalıkla birlikte yaşamayı öğrenir. Bunda da gayet başarılı olur. Liseyi bitiremeyen kahramanımız kitabın sonunda lise bitirme sınavlarından yüksek puanlar alarak okulundan mezun olmayı başarır. En önemli özelliği ise mükemmel resimler çizmesidir. Bir ruh hastasıdır ama aynı zamanda yetenekli ve üstün zekalı bir kişidir.

        Kitapta en etkileyici bölümler ise D koğuşunda yaşananlardır. D koğuşu, ağır hastaların gönderildiği bir koğuştur. Hastaların hemen hemen hepsi birbirinden kopuk kendi dünyaları içinde yaşayan, anlık tepkiler veren, şiddete eğimli kişilerden oluşuyor. Herhangi bir ego problemleri olmadığı için şiddete uğrayan da şiddet uygulayan da yaşanan tüm olayları hemen unutabiliyorlar. Kısa kopuk iletişimler de gerçekleşiyor hastalar arasında ama bu genelde kısa vadeli oluyor. Deborah'la Carla'nın ilişkiside bu şekilde. Sosyal yaşamdan korktukları için hastaneden kaçmak gibi bir düşünceleri yok. Hatta iyileşip normal hayata dönenleri çok merak ediyorlar ve kendilerinin bu duruma gelmesinden zaman zaman koruyorlar. Deborah'ın terapistine güvenmesi ve kendi içinde yaşadığı iç dünyasını paylaşması iyileşmesi için önemli bir adım oluyor ( dediğim gibi iyileşmek değil aslında, bu karışık iç dünyaya ve halüsinasyonlarla birlikte yaşamayı öğrenmek). Kitabı okurken özellikle terapistin sabrını ve iletişimini çok beğendim. Tarapistin (Doktor Furi), Deborah'ın iç dünyasında oluşturduğu yabancı dili dahi öğrenmesi ve hastasıyla bu şekilde iletişme geçmesi hayranlık vericiydi. Deborah'ın yepyeni bir dil yaratması ise bana O'nun üstün zekalı oluşunu düşündürdü. Nitekim öyle olsa gerek.

       Kitap kasvetli ama güzel. Psikolojiye ilginiz varsa okumanızı tavsiye ederim.