3 Ocak 2016 Pazar

Kısa Metinler ve Saat Kulesi



        Bu kitap, geçtiğimiz doğum günümde bir arkadaşımın hediyesiydi ( teşekkürler Mustafa Hocam).

        Kitap iki bölümden oluşuyor: Birinci bölüm yazarın Yazı ve Oluşum dergilerinde yayınlanan kısa metin ve hikayelerinden,  ikinci bölüm ise Saat Kulesi adını verdiği öykülerinden oluşuyor. Kısa Metinler bölümünden özellikle giriş metnini çok sevdim hatta dönüp dönüp okudum. "Şahmeran Hikayesi'nden" diye bir başlığı var metnin. Yazar, son öyküsünde de ( Belki ve Süleyman'ın Yüzüğü) yine aynı öyküye gönderme yaparak kitabını bitiriyor.

        Ben romanı öyküden hep daha çok sevmişimdir, çünkü hikaye çabuk bitince tadı damağımda kalıyor "keşke daha uzun olsaydı" diye düşünüyorum. Bu kitabı okurken de bu duyguyu pek çok metninde ve hikayesinde yaşadım. Fakat öyle metinler vardı ki; etkileyici olmasının asıl nedeni  kısa olmasıydı , örneğin "Aphrodite" gibi.

       "Uygarlık Ya Da İki Yaşlının Yükselişi" hikayesi beni çocukluğuma götürdü. Mahallemizdeki bahçeli müstakil evlerin nasıl üç-beş katlı apartmanlara dönüştüğü geldi gözlerimin önüne. Balkonumuzdan  Tepebaşı'nı görürken bir yıl içinde karşı komşunun yatak odasını görmeye başladık. Fakir bir mahalle zanettiğim mahallemizin de o günden sonra kirli çıkın bir mahalle olduğunu anladım. Neyse. Tekrar dönelim kitabımıza.

          Yazarın bazı metinleri kıpkısa öyküler olarak da adlandırılıyormuş. Ben bu kıpkısa öyküleri şiir tadında okudum (sonra arka kapak yazısında aynı şeyin Selim İleri tarafından da söylendiğini okuyunca kendimle hafiften bir gurur duydum. Sanırım edebiyattan anlamaya başladım).  "15 Kasım 1975" ( kardeşimin doğum günü olur) adlı öyküsünde civciv ve yumurta konusunu iki kere okudum anlamamaktan değil beğenmekten dolayı. Yazar bence bu öyküde bildiğiniz felsefe yapmış. Bundan dolayı beni cezbetti ve iki kere okudum. Yazarın hikayelerinden felsefeyle de ilgilendiğini anladım. Türkiye için bu bulunmaz nimet.  "Çıplak Bir Gecede" gülümseyerek okuduğum hikayelerden biri oldu.  Sonra diğer öykü kahramanları Nasibe Teyze ve Safiye Teyze, bunları da çocukluğumun mahallesindeki teyzelere benzettim.

        En zor okuduğum metin ( mi demeliyim hikaye mi?) "Ekmek Kırıntıları" oldu. Bir anda karşımda Oğuz Atay'ı gördüm sanki. Noktalama işareti yok, büyük harf yok, okur için ( ya da benim için ) büyük eziyet.  Arada bir "kurallar da neyin nesi canım topunu kaldırmalı" dediğim zamanlar olur,  işte böyle zamanlarda şöyle minik bir cümle ekleyeceğim "edebiyat hariç".  Hakikaten zor ve anlaşılmaz geliyor bana. Meğer ne kıymetliymiş noktalama işaretleri.



      Arslan'ın öyküsünde yaşadığı sıkıntının bir benzerini de yaşadım dersem inanır mısınız bilmem? Arslan televizyon izlemeyen sadece okuyan bir kişi, bundan dolayı da yalnızlık çekiyor. Bunun seninle ne ilgisi var? diye soranlar için hemen cevap vereyim: Siz hiç aynı diziyi konuşan on kişinin yanında aptal aptal bir ona bir buna baktınız mı? Ben bunu her yıl ama her yıl öğretmenler odasında yaşıyorum. Yanlış anlaşılmasın ben de dizi izliyorum ama benim dizileri pek kimse izlemediği için çok nadir üzerinde konuşacak birilerini buluyorum ( Behzat Ç gibi). Demek Arslan benim  yanımda olsa bana da tepki gösterirdi. Öykünün sonunda Arslan'ın televizyonculuğa başlaması da çok ironik bir bitiş oldu. Arslan'la Don Kişot arasında ortak bir nokta bulduğumu buraya eklemeliyim. Arslan'ın televizyon izleyenlerle savaşı, Don Kişot'un yel değirmenleriyle savaşına benzettim.

      " Gizemli Konuk" güzel bir Doğu-Batı sentezi olmuş. "Mısır Püskülü" büyük şehirlerin beton yığınına dönüştüğü yerde yaşamaya çalışan,  yurdum insanının toprağa bağlılığını çok güzel anlatmış ( bu cümle de neyin nesi? Ben zor kurdum umarım siz kolayca  anlarsınız).

         Çok uzattım bu yazıyı. Okunmaz korkusuyla burada kesmeye karar verdim. Eğer hikaye seviyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız.

0 yorum:

Yorum Gönder