26 Mayıs 2015 Salı

Gerçek/ Din ve Laiklik Çatışması



         Emile Zola'nın orijinal ismi "Gerçek" olan bu romanı Fransa'nın 1800'lü yıllarını anlatırken,  Türkiye'nin tam da bugünlerini anlatmaktadır. Anlayacağınız Fransa'nın 200 yıl önce yaşadığı sorunu biz bu yüzyılda hala yaşıyoruz. İşin daha da vahim yanı Fransa bu sorunu yaşarken teknoloji bugünkü gibi gelişmemişti, bu kadar çok gazete ve dergi yoktu, insanlar ha deyince bilgiye ulaşamıyordu. Kim demişti hatırlamıyorum  " bilgi çağında bilgisiz kalmak bir tercihtir."diye. İşte Türkiye bu tercihi ne yazıkki kullanmış vaziyette. Teknoloji hat safhada, kitap, dergi, gazete her yerde hatta bir tık ötede. Elini uzatsan istediğine sahip olabilirsin. Böyle bir çağda yaşanılan çatışmaya bak. Kitabı okula götürürken acaba öğrenciler kapağı görmese daha mı iyi olur diye düşünmedim değil. Kitapta yazar Hz. İsa için üzülüyor ve diyorki "şu geldiğimiz noktayı görse ne kadar üzülürdü" ben de aynısını Hz. Muhammed için düşünüyorum. Din siyasetin elinde oyuncak olmuş, din adı altında insanların kafası hurafelerle dolmuş, yaşadıkları eleştirildiğinde " benim davranışım eleştiriliyor" demek yerine "dinime dil uzatıldı" diye algılayan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Ortadoğu'da yaşananlara bakınca Türkiye'de olanlar devede kulak kalıyor. Din adına insanlar kafa kesiyor, cihat adı altında cinayetler işliyor ve "cennet anaların ayaklarının altındadır" diyen bir peygamberden sonra esir pazarlarında analar satılıyor. Bunu yapanlar bu peygambere ve onun dinine inanan insanlar. Kadınları ikinci sınıf gören, her yaptığı davranıştan sonra onu etiketleyen ve sürekli toplum dışına iten evine hapsetmeye çalışan bir zihniyetle karşı karşıyayız: Kahkaha atmayı "yollu" olmakla bir tutan,  hamileyken sokakta gezeni sex yapmış diye izleyen bir zihniyetle uğraşıyor Türkiye'de kadınlar. Ortadoğu'da ise durum daha vahim, araba kullanmayı fahişelikle bir tutan "acıktığında karını ye" diyen, tecavüze uğrayanı cezalandıran tecavüzcüyü aklayan, ölmüş karınızla sex yapabilirsiniz diyen ölü seviciler, bir takım din bezirganlarının söylentisiyle güpe gündüz sokak ortasında taşlanarak linç edilen kadınlar... ( Hay kadınlar kadar başınıza taş düşsün emi!!)

         "Bir erkeği eğitirsen iyi bir insan yetiştirmiş olursun, bir kadını eğitirsen iyi bir toplum oluşturursun" demiş yine birileri ( bugün isim hafızam sıfır). Emile Zola'da kitabında bu durumdan yola çıkıyor ve eğitimin özellikle de kadınların eğitiminin çok önemli olduğunu vurguluyor. Kitabın sonunda eğitimle Fransa hurafelerden kurtuluyor ( dinden demiyorum dikkat ederseniz, hurafelerden). Kilise okulları ve cumhuriyet okulları diye ayrılan okullar tek bir çatı altında toplanıyor ve bilimsel eğitime ağırlık veriliyor. Din konusunda kiliseler eğitim vermeye devam ediyor, din eğitimi almak isteyenler gidip oradan alabiliyorlar. Devlet kiliseye bütçe ayırmaktan da vazgeçiyor. Kiliseler halkın bağışlarıyla geçimini sağlıyor. Böylece devletten aldığı paralarla lüks içinde yaşayanlar bir anda maddi yönden çöküşe giriyorlar ( eee din maneviyattır zaten değil mi, lüks makam arabalarıyla gezmek hangi din kitabında yazar).

   
        Yazar bu kitabı Dreyfus Davası'ndan etkilenerek yazmış. Kitapta küçük bir çocuk tecavüze uğrayarak öldürülür, bu olay cumhuriyet okulunda çalışan yahudi bir öğretmenin üzerine atılır ( Simon). Olayı yapan aslında bir rahiptir, bu diğer rahiplercede bilinir ve gizlenir. Kilise okulları zarar görmesin diye suçsuz bir insanının üzerine atılır ve hepsi mahkemelerde yalancı şahitlik yaparlar.  Simon'un suçsuz olduğuna inananlar yıllarca bu olayı ispatlamaya çalışırlar. Sonunda ipatlarlar ama aradan yıllar geçmiştir ve bir insanın hayatı hapishanlerde resmen çürümüştür. Adalet yerini üç nesil sonra bulmuştur.

            Kitapta her kesimden insanın bu olay nasıl seyirci kaldığı müthiş bir dille anlatılıyor. Kimi çıkarı zedelenmesin diye susarken kimi de bana dokunmayan yılan bin yaşasın havasındadır.

          Ben kitabı çok beğendim ve büyük bir keyifle okudum. Herkese tavsiye ederim. Türkiye'nin her kesimden insanlar okusa bu kitabı , din kimsenin elinde oyuncak olmazdı, diye düşünüyorum. Umarım bundan sonra herkes okur. Sevgiler...

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Garaj

              Cuma akşamı uzun süredir gitmek istediğim ve bir türlü gidemediğim Garaj oyununa gittim. Tek kelimeyle; muhteşemdi. Mutlaka gidin derim ve hemen ekliyorum +18 bir oyun.

  
           Oyunun yazarı Kemal Hamamcıoğlu (çok iyi bir oyun yazmış kendisini tebrik ediyorum), yönetmeni İpek Bilgin ( çok iyi yönetmiş O'nu da tebrik ediyorum) ve oyuncuları Enis Arıkan ve Güven Murat Akpınar ( her ikisinin de oyunculuğu süperdi, onları da tebrik ediyorum). Oyunda travestiyi canlandıran Enis Arıkan 2014 yılında Sadri Alışık "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü almış. Zaten oyunu izler izlemez kesin bu oyun ödül almıştır diye düşünmüştüm.


           Oyunun konusu İstanbul'da bir garajda geçiyor. Oyunun adı da buradan geliyor. Oyun, üniversitede fotoğrafçılık eğitimi alan Kahraman'ın bir travestiyi takip edip gizliden fotoğraflarını çekerken yakalanmasıyla başlıyor. Aralarında önce bir gerginlik yaşanıyor sonra ise çok güzel bir arkadaşlık ilişkisi kuruluyor. Karşılaştıkları gece ise yılbaşı gecesidir. Herkes sevdikleriyle eğlenirken, birbirinin tamamen zıttı olan bu iki kişi,  birbirlerini tanımaya çalışırlar.

   

           Canlandırdıkları karakterler o kadar hayatın içinden ve o kadar doğal ki bunları sevmemek ve beğenmemek mümkün değil. Kahraman'ın utangaçlığı ve pısırıklığı, travestinin ( Orkide) rahatlığı ve küfürbazlığı muhteşemdi. Rollerde abartılı olan hiçbir şey yoktu tam tersine her şey çok doğaldı. Oyun boyunca onların hayat hikayelerini dinledik; kah güldük kah üzüldük...


        Bazı oyunlarda oyunculuk çok iyi oluyor ama konu çok fazla ilgi çekici olmuyor, bazılarında konu iyi oyunculuk pek iyi olmuyor. Bu oyunda hem konu hem de oyunculuk süperdi. On üzerinden on veriyorum. Eğer izlemek isterseniz Kadıköy'de kendi sahnelerinde mayıs ayı içinde tekrar oynayacaklar. Google'dan Tiyatro Craft olarak arama yapabilir ve oyunu daha detaylı inceleyebilirsiniz. Sevgilerimle...

14 Mayıs 2015 Perşembe

Sinek Isırıklarının Müellifi


            Sinek Isırıklarının Müellifi bir solukta okuduğum kitaplardan biri oldu. Kitap 166 sayfaydı ve ben onu bir günde bitirdim. Hem akıcı hem de düşündüren bir kitaptı. Alıntını çizdiğim ve alıntılar yaptığım çok iyi cümleler vardı. Bunları yazımın sonuna ekleyeceğim.

           Barış Bıçakçı daha önce duyduğum ve okumadığım bir yazardı. Araştırdığım kadarıyla edebiyata şiir ile başlamış. İki arkadaşıyla ortak bir şiir kitabı çıkarmışlar. Yazarın ilk romanı ise Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'ymişi 2000 yılında yayınlamış. 2004'te yayınladığı Bizim Büyük Çaresizliğimiz kitabı Seyfi Teoman tarafından filme de çekilmiş.

            Gelelim kitabımıza. Kitabımızın ana kahramnı Cemil edebiyatla ilgilenen bir kişidir. Eşi Nazlı ise doktordur. Cemil yazarlık mesleğiyle geçimini sürdürmek ister fakat kitapları yayınlanmamıştır. Son kitabını yayınevine veren Cemil, yayınevinden de cevap beklemektedir. Bu süreç içersinde evin geçimini ise eşi Nazlı üstlenir. Roman, Cemil'in yayınevinden haber beklediği süreci anlatır.  Cemil'in yaşadığı şeyler ise hepimizin yaşadığı sıradan olaylardır.

           Yazar kitabında sıradan olayları bir yazar titizliği ve gözlemiyle aktarmış, bunu yaparkende çok can alıcı cümleler kullanmış.Şimdi gelelim not aldıklarımı paylaşmaya.

         Sayfa 39: "Aforizma modern insanın kullandığı bir ağrıkesicidir. Hiç olmanın ağrısını dindirir. Sonra ağrı yeniden başlar." 

         Sayfa 159: " Yazmak bir bakıma anlatılmaya değmez olanı anlatmaktır. Böylelikle anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir." 
  
          Sayfa105: " Edebiyat okurları aslında okudukları her kitapta insanı muayene ve ameliyat eder. Bu yolla edindikleri bilgi, görgü, yaşayarak elde edilemeyecek kadar büyüktür ve insana dair her şeyi anlarlar, sahiden anlarlar."

                ( Veee en  sevdiğim)

              Sayfa 27:  " Dünyamızda alışılmışın dışındaki her şeyin açıklanması gerekir ve bu hiç de masum bir gereklilik değildir. Açıklama yaparsınız, neden gösterirsiniz, makul gerekçeler sunarsınız, sonra bir de bakmışsınız tam da sizden açıklama bekleyenlerin dilini kullanıyorsunuz, kendi dilinizi değil. Birilerine açıklama borçluysanız, borcunuzu daima kendi dilinizi harcayarak ödersiniz."
         


13 Mayıs 2015 Çarşamba

Kanatsız Kuşlar


         İngiliz yazar Louis De Bernieres'in (bana göre)  muhteşem bir kitabıyla karşınızdayım. Büyük bir keyifle okudum, bu nedenle herkese tavsiye ederim.

          Kitabın konusu Fethiye yakınlarında Eskibahçe diye bilinen bir kasabada yaşananları içeriyor. Bu kasabada müslüman ve hristiyanlar, Türkler, Ermeniler ve Rumlar hep birlikte barış içinde yaşıyorlar. Bir yandan kasabada yaşananları anlatırken bir yandan da dönemin tarihi hakkında bilgiler veriyor.

           Eskibahçe diye adlandırdığı yer aslında bugünkü Kayaköy'müş. Yazar yıllar önce Kayaköy'e gelir ve buranın hikayesini dinler. O'na bu romanı yazdıran ise Kayaköy'den göç ettirilenlerin eşyalar yerine atalarının kemiklerini alması olur. Romanda,  mübadeleyi anlatırken bu konudan da bahseder.  Kitaptaki kahramanYunanistan'a giderken, yanına yiyecek haricinde mezardaki akrabalarının kemiklerini alır ve götürür.

           Zaman zaman güldüren, zaman zaman ağlatan uzun uzun da düşündüren bir kitap. Biraz çeviri hataları vardı, birkaç da bilgi hatası, bunun dışında kitap müthişti. Bitince yalnızlık duygusuna kapıldım.

      
            Özellikle Çanakkale Cephesi'nde yaşananlar çok iyi anlatılmıştı. Yazar, oradaki askerlerin ruh hallerini çok iyi tasvir etmiş. Bir yandan cihat için gittikleri cephede şehit olup cennete gitmenin hayalini kurarlarken bir yandan da Allah'ın bu kötülüklere neden göz yumduğunu sorguluyorlar. Bu sorgulama öyle bir noktaya geliyor ki "Allah var mı?" sorusu bu defa onları düşündürüyor.  Kitapta düşman askerleriyle dayanışmaları ve yardımlaşmaları da anlatılıyor. Cephede yaşananların hepsi beni çok ama çok etkiledi.

         Yazarın neredeyse tüm kitapları ödül almış. En çok bilinen ve filme de çekilen eseri ise Corelli'nin Mandolini adlı kitabı olmuş. Diğer kitaplarını da mutlaka okuyacağım.

         Kitabı okurken acaba bu yazar Rum olabilir mi diye bir araştırma yaptım, değilmiş. Londra'da doğmuş ve büyümüş, öğrenimini de sanırım İngiltere'de yapmış. Çobanlık, araba tamirciliği ve öğretmenlik yapmış. İlk romanı Don Emmanuels'in Alt Tarafları'nı 1991'de yayınlamış ve Avrasya'da en iyi ilk roman ödülünü almış ( bu kitabı da okunacaklar listesine ekledim). 1992'de Bay Vivo ve Kokain Kralı ile yine Avrasya bölgesinde en iyi kitap dalında Commonwealth Yazarlar Ödülü'nü kazanmış. 1993 yılında Granta tarafından en iyi genç İngiliz romancısından biri seçilmiş, 1995'te de en ünlü eseri olan Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini adlı eserini yayınlamış ve yine Commonwealth Yazarlar Ödülü'nü almış.

      Yazarın dedesi de Çanakkale'de savaşmış ve çektiği acılar yüzünden intihar etmiş. Kimbilir, belki yazarın kitabına Çanakkale Savaşı'nı dahil etmesinde dedesinin de payı vardır?

            Kitap 655 sayfa ama sürükleyici ve çok güzel, mutlaka okumalısınız. Sevgiler...

1 Mayıs 2015 Cuma

Adını Unutan Adam



        Geçen yıl bu bloğu ilk açtığımda kuzenim Melda'dan ( ki bloğu açmamda kendisinin çok büyük katkısı oldu) pek çok kitap almıştım ve bir seneye yakın bir sürede de kitapları okuyup bloğumda paylaşmıştım. Bu yıl da kuzenim Meltem'den aldığım kitapları okuyorum, okudukça da paylaşacağım. İlki Üçbuçuk Öykü idi, ikincisi ise Mehmet Eroğlu'nun Adını Unutan Adam kitabı oldu. Meltem'in kütüphanesi Mehmet Eroğlu'nun kitaplarıyla dolu, tüm kitaplarını da okumuş. Ben ise bugüne kadar hiçbir kitabını okumadım. Okuduğum ilk kitap,  bu kitabı oldu.

             Adını Unutan Adam kitabı, yazarın yazdığı dördüncü kitapmış. Kitabın kurgusunu ve dilini çok başarılı buldum. Daha ilk sayfasında okurda merak uyandırmayı başaran ve bu merakı son sayfaya kadar da canlı tutmayı başaran bir yazar. Geçmişle geleceğin, hayalle gerçeğin birbirine karıştığı bu kitapta tüm soru işaretleri son sayfalarda çözülüyor.

               Kitap üç arkadaşın,  1960'lı yıllarda Şeria Irmağı'nın kıyısına  gidip İsrail'e karşı mücadele etmesi anlatılıyor. Birbirlerine verdikleri bir söz vardır; eğer yakalanırlarsa ilk olarak adını unutacaklardır. İkinci olarak da dişleriyle kendi dillerini koparacaklardır. Bu mücadele sırasında İsrail askerlerine tutsak düşen kişi, pek çok işkenceye rağmen konuşmaz ve asla adını söylemez. Çünkü adını unutmuştur artık. Sonra İsrailli bir pilotla takas edilirler ve Türkiye'ye gönderilirler. Bu olaydan sonrada adını hatırlamaz ve tam 18 yıl sonra adını hatırlamak için yeniden Şeria Irmağı'na yolculuk eder. Bu yolculuk hayali bir yolculuktur ve yanında da hayali bir kadın arkadaşı vardır. Kitap bu hikayeyi kadın arkadaşına anlatmasını konu edinir.


      Oya Baydar'ın Bir Dönem İki Kadın kitabında da Filistin'de öldürülen devrimci gençlerden bahsedilir. Ben Türkiye'de ki devrimcilerin Filistin'e gidişini ilk o kitapta öğrendim. Bu kitap tamamen bu konu üzerine yazılmış. 1968 kuşağının Filistin'deki direnişi anlatılıyor. Yazara göre çok romantik bir savaştır bu ( bence yazar da çok romantik bir insan), bunu da çok romantik ve şiirsel bir dille yazmış. Yarattığı kahramanlarda çok romantiktir. Yazar bu savaşın ve kahramanların romantikliğini yarattığı kahramanlara sayfa 46'da şöyle söylettirir:
        -"Savaşlar romantizm ve romantikler olmadan kazanılmaz."
 
        Ben savaşla romantizm arasında bir ilişki kurmak istemeyenlerdenim. Fakta Filistin'deki bir savaşa buradan kalkıp gitmeyi, ölmeyi göze almalarını çok romantik buldum gerçekten. İçleri insan sevgisiyle dolu kişilerin yapabileceği bir şey bu. Hem romantik hem cesur insanlar.

      Bu cesur insanların yaşadığı acıyı merak ediyorsanız bu kitabı okuyun derim. Sevgilerimle...