22 Şubat 2015 Pazar

Ölü Canlar



      Gogol'ün ilk okuduğum kitabı Ölü Canlar oldu. Aslında uzun zamandır okumak istiyordum fakat bir türlü fırsat bulamıyordum. 2015 yılında 15 klasik etkinliğine katılmaya karar verince okumam şart oldu. Bu etkinlikte bulunan 15 kitabın ikisini daha önce okuduğum için onların yerine aynı yazarların başka kitaplarını okuyacağım. Mesela Emile Zola'nın Meyhane romanı yerine Din ve Laiklik Çatışması kitabını okuyacağım.

      Gelelim kitaba: Kitabın ilk bölümleri çok hoşuma gitti ve büyük bir zevk ve merakla okudum. Romanın ana kahramanı Çiçikov, çiftlikleri dolaşarak ölen köylüleri satın alıyordu. Neden alıyor acaba diye merakla okudum. Aslında amacı büyük bir çiftlik sahibi olmak ve çok sayıda köylüsünün olduğunu göstermektir. Çiçikov'un seyahatleri ve karşılaştığı insanları yazar çok güzel betimlemiş, çeviride güzel olunca keyifle okudum.
Ama ikinci bölümü okumak bana son derece zor geldi. Hatta araya başka kitaplar aldım. Neden diye soracak olursanız. Bu durum yazardan kaynaklanıyor. Gogol sorunları olan bir kişiymiş ve ne yazık ki kitabı yazdığı sırada hastalığı nüksetmiş ve bundan dolayı bazı bölümleri çıkarmış bu da kitapta zaman zaman kopukluklara neden olmuş. Çevirmen bu durumu sık sık dipnotlarlar belirtiyor (bu arada çevirmen Celal Öner'e teşekkür ediyorum, çok iyi bir çeviri olmuş). Bir de kitap yayınlandığı zaman Rusya'yı ve Rusları kötü gösteriyor diye eleştirilere maruz kalmış ve kitabın bazı cümleleri sansüre takılmış, bunlarda dipnotlarla verilmiş. Beni en çok zorlayan kısım ise parantez içinde verilen sonradan çıkarılan bölümleri okumak oldu. Açıkçası kitapla ilgili detayları bilmek güzel ama bu romanın akıcılığını bozmuş. İkinci bölümü bu nedenle sevmedim.

          Gogol'a Ölü Canlar'ın hikayesini Puşkin anlatmış hatta yazardan bununla ilgili bir kitap yazmasını istemiş. Anlayacağınız Ölü Canlar Puşkin'in tavsiyesiyle yazılmış. Gogol için Puşkin vazgeçilmez bir insan, hatta edebiyat kariyeri Puşkin'le yükselen bir yazar.  Zaten yazarlık kariyerine de Puşkin'in çıkardığı  bir dergide başlamış. Bir Delinin Hatıra Defteri o dergide çıkardığı hikayelerden biridir. Gogol'e yönlendirilen eleştirilerde Puşkin tarafından engellenmiş ya da yazar Puşkin tarafından savunulmuş. Kısacası Puşkin yazarın en önemli destekçisi olmuş. Ölü Canlar'ın yazımı sırasında Puşkin'in ölüm haberini alan Gogol büyük bir sarsıntı geçirmiş. O dönemde Ölü Canlar'ın ilk cildini çıkartmış ve ikinci cildin düzeltmelerini yapıyormuş. Bu arada Palto adlı ünlü hikayesini de yazmış. Yazarın psikolojik sorunları o dönemde yeniden nüksetmiş ve yazdığı ikinci cildi hiç yayınlamadan yakmıştır. Bu olaydan sonrada ölmüştür. Gogol,  Rusya'nın Puşkin'den sonraki en önemli yazarlardından biri olarak kabul edilmiş, pek çok yazara da örnek olmuştur;  Dostoyevski ve Çehov gibi. Hatta Dostoyevski  "hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık"demiştir (bu arada Palto'yu okumak şart oldu).

        Ölü Canlar'ın ilk cildi ise acımasız eleştirilere maruz kalmıştır. Okuduğum kitabın son bölümlerinde Gogol bu eleştirilere cevap vermiştir. Bu arada kitabını roman değil, destan olarak adlandırmıştır. Zaman zaman şiirim diye de bahseder. Kitap okurla sohbet eder gibi yazılmıştır. Sık sık "yazar burada okura şunu demek ister..." gibi cümleler kullanmıştır. Kitabın sonunda okurlardan da destek istemiş ve kitapla ilgili yorum ve eleştirilerini söylediği adrese göndermelerini istemiştir.

         Yaşadığı buhran olmasaymış, kitap üç cilt olacakmış. Birinci ciltte olabildiğince kötü karakterlerle düzenin yanlışlığı ortaya konulacakmış,  ikinci ciltte ise iyi insanların mücadeleleriyle düzen sağlanmaya çalışılacağı gibi bir planı varmış. Fakat ne yazık ki ikinci cilt yazarın kendi elleriyle yakılmış. Yine kitabın sonunda kitabı nasıl yaktığını ve bu durumu nasıl haklı bir nedenle yaptığını anlatmıştır.

          Ben kitabın ilk bölümlerini çok beğendim. Diğer bölümleri ise anlattığım nedenlerden dolayı zor okudum. Bu yüzden herhangi bir tavsiyede bulunmayacağım.

21 Şubat 2015 Cumartesi

Nightcrawler/ Gece Vurgunu

     2014 Amerikan yapımı bir aksiyon filmi olan Gece Vurgunu kar tatilinde izlediğim filmlerden biriydi. Öncelikle filmin konusunu çok beğendim, izlemenizi tavsiye ederim. Filmin senaristi ve yönetmeni Don Girloy ( senaryo dalında oskara aday gösterilmiş, bence kesinlikle değer). Filmin başrolünde oynayan kişi ( ki tüm film O götürüyor diyebilirim) Jake Gyllenhaal. Bu kişiyi ilk kez görüyorum, filmi izlediğimde de müthiş bir yetenek olduğunu gördüm.

            Gelelim filmin konusuna. Lou Bloom ( Jake Gyllenhaal) işsiz bir kişidir, önceleri hırsızlık yapar fakat tesadüfen gördüğü bir kazadan sonra polis muhabiri olmaya karar verir. Çaldığı bir bisikleti kamera ve polis telsiziyle takas eder. Böylece muhabirlik hayatına başlamış olur. Başladığı ilk gün öğrendiği şey, haberin değerini yükselten şeyin kan olduğudur. Ne kadar kanlı ve korkunç çekimleri ne kadar yakın plandan alırsa haberin fiyatı o oranda artar. Bu alanda yükselmek ve daha çok para kazanmak için kendisine bir yardımcı tutar. Kendisiyle aynı işi yapan rakiplerini ortadan kaldırır hatta onları da ana haber bültenlerine haber olarak yetiştirir hem de en kanlı görüntülerle. Filmi izlerken Lou'dan nefret etmemeniz mümkün değil. Hırsı uğruna herşeyi göze alır, kanunları çiğner, insanların ölmesine göz yumar, haber niteliği olan her fırsatı değerlendirir. Onca suça karışmasına rağmen tıpkı Türkiye'deki gibi elini kolunu sallaya sallaya gezmeye devam eder. Hatta filmin sonunda işini iki kat büyüttüğünü de görürsünüz.

         Konu son derece sade. Belki bu sadelik filmi bu kadar güzel yapmış. Film sadece Lou'nun hedefine yönelmiş. Hedefe giden her yol mubahtır, düsturunu kabul eden Lou hiçbir ahlaki ilkeyi takmaz. Sonunda kazanan da tabiki o olur. 

            Filmde iki şey beni çok etkiledi: Birincisi Lou'nun hırsı, ikincisi ise Amerikan halkının kanlı haberlere duyduğu ilgi. Filmi çok beğendim. Bence kesinlikle izlenmeye değer bir film.



20 Şubat 2015 Cuma

Üçbuçuk Öykü


      Sabah başladığım akşam bitirdiğim adı gibi üçbuçuk öyküden oluşan harika bir Patrick Süskind kitabı. Kitap, toplam 88 sayfa ve (bana göre) dört öyküden oluşuyor. Bunlar:
  1. Derinlik Baskısı: İlk öykü genç bir ressamla ilgili. Resimlerini sergildikten sonra gelen bir eleştiriden dolayı hayatı ve yaratcılığı engellenir. O'nu eleştiren kişi ressamın eserlerinin derinlikten yoksun olduğunu söyler. Ressam bu eleştiriden sonra nasıl derinlik elde edeceğinin araştırmasını yapar, bu süre zarfında yaptığı hiçbir eseri de beğenmez. En sonunda bunalıma girer ve intiharı seçer. Olumsuz eleştiriyi çok güzel anlatan bir hikaye. Okurken büyük bir keyifle okudum.
  2. Bir Çatışma: Bu hikaye ise bir satranç oyununu anlatır. Yazarın kullandığı dil o kadar akıcı ve güzel ki satranç bilmeme rağmen büyük bir heyecanla okudum. İzleyicisiyle yarışmacılarıyla süper bir öyküydü. 
  3. Maitre Mussard'ın Vasiyeti: Bu öykünün kahramanı, Dünya'yı midyeye benzeten bir kuyumcudur. Hastadır ve yatalaktır. Bir gün bahçesinde midyeye benzeyen bir taş bulur ve bu taş üzerinde bir takım araştırmalara girer. En sonunda kendiside dahil her şeyin bir büyük midyeden ortaya çıktığına inanır. Hastalığı çok ağır olduğu için ölür ve hemen ardından yazar bir sayfalık bir metin daha ekler. Bu defa Mussard'ın uşağı, Mussard'ın cenaze törenini anlatmaktadır.
  4. Amnesie in Litteris: Beni en çok etkileyen öykü bu oldu. Neden derseniz? Buradaki kahramanı kendime benzettim de ondan. Bu öyküde kahraman okuduğu kitapları unutan, kitaptan söz edildiğinde belli belirsiz bir kaç şey hatırlayan bir kişidir. Ben onun kadar vahim olmasamda yıllar önce okuduğum kitapları o kadar hayal meyal hatırlıyorum ki,  tıpkı buradaki kahraman gibi kitaplarla ilgili belli belirsiz bir kaç şey anımsıyorum. Hatta bu unutkanlığımdan kurtulabilmek için kitap gruplarına katıldım ve bu bloğu açtım. Bloğumdaki temel amaç aslında okuduğum kitapları hem sizlerle paylaşmak hem de kendime hatırlatmak ( okuduğu kitabı tekrar satın alın bir kişiydim, şaka değil gerçek ne yazık ki) . Bu öyküde,  yazınsal bellek kaybına uğrayan bir kişiyi anlatıyor. Aslında kişi kendisini bize anlatıyor.Ve öyküyü çok güzel bir cümleyle bitiriyor: " Yaşamını değiştirmelisin." Bence bu son cümlede yaşama bir mesaj olmalı. Blog ve kitap gruplarımla ben sorunumu büyük ölçüde çözdüm. Darısı bu sorunu yaşayan diğer kişilerin başına diyerek yazımı bitireyim.

19 Şubat 2015 Perşembe

Trash/ Çöp

            Kar tatili olunca Türkiye gündemi de kabuslarla dolu olunca çareyi filmlere ve kitaplara sığınmakta buldum. İşte o filmlerden biri İngiltere yapımı Trash ( Çöp) filmi. Film Brezilya'da geçiyor.  Filmin ilk yarısı süper, izlerken çok büyük keyif aldım ama ne yazık ki filmin ikinci yarısı ve de sonu bence çok vasat. Senarist sanırım filmin sonunu nasıl bağlasam diye çok düşünmüş, içinden çıkamayınca da çocukça bir sonuca bağlamış. Hani çizgi film olsa ve 13 yaş ve altına hitap etse anlamlı olabilirdi.

          Neyse gelelim filmin konusuna: Film çöplükte yaşayan, aileleri olmayan mülteci kamplarında yaşayan üç çocuğu anlatıyor. Anlayacağınız konu süper. Derken ortaya politika için insanların haklarını yiyen ve hırsızlık yapan bir senatör ve senatörü koruyan polis çıkar. Senatörün tüm kirli işlerini ortaya döken bir yardımcı tüm evrakları polisten kaçırarak bir çöp kamyonununu içine atar ve kendisi polis şiddetiyle ölür. Bu evraklar çöpte çalışan bu üç arkadaşın eline geçer.

            Film bu konuyla birlikte daha can alıcı ve daha da güzel hale gelir. Polis şiddetini ve bu insanların nasıl korunmasız olduğunu da çok güzel yansıtır. Her an sınır dışı edilme korkuları vardır daha da kötüsü her an öldürülme tehditi altında yaşarlar. Fotoğrafta gördüğünüz ortadaki çocuk polis şiddetini korkunç bir şekilde yaşar. Neyse uzatmayayım. Bu çocuklar aslında evraklarla ilgilenmezler onları ilgilendiren tek şey senatörden kaçırılan parayı ele geçirmektir. Filmin sonunda amacına da ulaşırlar ve bir balıkçı kasabasında gözlerden uzak rahat bir yaşam sürerler.

       Filmin sonu kötü dedim ama gerek oyunculuk gerekse ilk bölüm çok güzel olduğu için yine de izleyin derim. İyi seyirler...

18 Şubat 2015 Çarşamba

Aşkın Celladı



           İrvin Yalom'un daha önce iki kitabını okudum: Nietzsche Ağladığında ve Divan. Aslında Aşkın Celladı'nı da yıllar önce okumuştum. Ama diğer iki kitabı daha çok beğenmiştim. Çünkü diğer iki kitap roman,  Aşkın Celladı ise öykü ve ben romanı daima öyküden daha çok sevmişimdir.

           Kitapta toplam on bölüm var. Hangisini en çok sevdin derseniz? En çok Önsöz'ü sevdim. Ben Önsöz'leri genelde Son söz olarak okurum. Tüm kitabı bitirdikten sonra okumak bana daha çok keyif verir. Çünkü bazı önsözler kitap hakkında o kadar ayrıntılı bilgi verir ki, okuyucuyu resmen yönlendirir. Ben bu durumdan hoşlanmadığım için,  kitabı özgür bir bakış açısıyla okuyabilmek için, önsözleri kitap bitimlerinde okurum. Hatta zaman zaman okumayı dahi unuturum. Bu söylediğim tüm önsözler için geçerli değil, kitap hakkında ayrıntılı bilgi ve yorum içeren önsözler için geçerli. Bazı önsözler yazar ve yazarın kitabı yazdığı dönemle ilgili oluyor, onları çok beğeniyorum.

        Neyse tekrar kitabımıza dönelim. Kitabımız on bölümden oluşuyor ve kitap ismini ilk öyküden alıyor. Aslında tam anlamıyla kitaba öykü demek biraz zor çünkü bazı hastalar arasında bağlantılar da var. İlk öykü yaşlı bir kadının kendisinden  otuz yaş küçük bir erkekle yaşadığı saplantılı bir ilişkiden bahsediyor. Kitabın bence en can alıcı öyküsü buydu. Yalom en sonunda kadını bu saplantılı düşünceden kurtarıyor ama bu defa kadının hayatında ciddi bir boşluk oluşuyor. Yani o düşüncenin yerine başka bir amaç konmadığı için müthiş bir sarsıntı geçiriyor. Diğer öykülerde can alıcı konulardan oluşuyor. Çocuğunu kaybeden anne, seks saplantısı olan bir kanser hastası, kilolarla sorunu olan obez bir kadın, eşini kaybeden kadın, kendisine gelen mektupları açamayan ve bu yüzden sürekli kendine eziyet eden bir üniversite görevlisi... Kitap için şunu diyebilirim; okurken zorluk çektiğim hatta kızdığım bir sürü takıntılı insan vardı. Kitabı okurken sık sık "iyiki böyle bir mesleğe sahip değilim" dedim.

    
         Yazar,  öykülerinde yalnızlık, ölüm korkusu ve yaşama amacını kaybetme konularını işliyor. Kullandığı dil son derece akıcı ve güzel. Kitapta en çok beğendiğim kısımlar ise İrvin Yalom'un her hastadan sonra yaptığı özeleştirisi oldu. Tüm özeleşitirilerinde, konu ne kadar öznel olursa olsun,  bir bilim adamı yaklaşımı vardı. Ne aklıyor ne de yeriyordu olanı olduğu gibi aktarıyordu. Bu,  bilim adamlığını tamamen içselleştirdiğini gösterir.

       Bendeki kitap Remzi Yayınevi tarafından basılmış. Çevirmeni ise Handan Saraç. Yazar kadar çevirmenine de teşekkür etmek gerekiyor. Güzel bir kitap olmasında çevirmenin çok büyük bir katkısı var.

       Yaşama dair çok hikaye olduğu için, kendi hayatımıza ayna olabileceği için ben bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. İyi okumalar dilerim...

        


17 Şubat 2015 Salı

Boyhood

               Özgecan'ın öldürülmesiyle birlikte herkes gibi bende çok zor anlar yaşadım. Acıyla mücadele edemeyince ya da olay çok ağır gelince insanoğlu her zaman acıdan kaçınma yollarını ararmış. İşte bende öyle yaptım ve oturdum film izledim. Çok da güzel bir filmdi. Nefes almamı ve rahatlamamı sağladı.

   
          Şimdi bana film çok mu pozitifti ya da komikti diye sorabilirsiniz? Her ikisi de değildi. Hatta klasik,  dünyayı kurtaran Amerikan filmlerinden de değildi. Çok mütevazi bir konusu olan her türlü abartıdan uzak sıradan bir aile filmiydi. Filmin senaristi ve yönetmeni aynı kişi Richard Linklater'dı. Filmin sanıyorum Türkçe karşılığı Çocukluk'muş. Filmin en önemli özelliği ise 12 yılda çekilmiş olması. Yani yönetmen her yıl oyuncularla bir araya gelerek filmden bölümler çekmiş. Afişte gördüğünüz çocuk film boyunca büyüyor ve Üniversiteye başladığında da film bitiyor.Aşağıdaki fotoğrafta olduğu gibi.


           Filmin konusu ise kısaca şöyle: Genç yaşta evlilik yapan çiftin iki çocuğu olur; bir kız biri de erkek. Evliliklerini sürdüremeyeince boşanırlar ve film de bu boşanmadan sonra başlar. Çocuklar annede kalırlar ve belirli aralıklarla babayla buluşurlar. Anne başka erkeklerle de evlenir, boşanır. Bu süre zarfında çocuklar babalarıyla görüşmeye devam ederler.

             Babanın ve annenin çocuklarla kurdukları iletişim gerçekten çok güzeldi. Her ailede olabilecek sorunlar burada da yaşanıyor. Her yerde olduğu gibi ne yazık ki kadına yönelik şiddet bu filmde de var.

           Filmin en güzel yanı şuydu: Film büyüklerin bakış açısından değil tamamen çocukların bakış açısından çekilmişti. Çocuklar annelerinin ve babalarının başına gelenleri görüyorlar bazılarını anlıyor bazılarını da anlamıyorlardı.

         Son olarak filmle ilgili şunu diyebilirim. Çok sade çok mütevazi bir film ve mutlaka izlenmesi gereken bir film. İyi seyirler...

Özgecan, Özgecanımız

              Bu kaçıncı cinayet? Bu kaçıncı vahşet? İçim acıyor, günlerce göz yaşlarım dinmedi. Ya  annesi  ya babası ya kızkardeşi nasıl dayandı? Allah'ım sabır ver, güç ver ailesine.Işıklar içinde uyu güzelller güzeli ÖZGECAN.


11 Şubat 2015 Çarşamba

Dün



         Bu yazarı tanımam,  kuzenim Melda sayesinde oldu. İlk okuduğum kitabı, bir üçlemeydi: Büyük Defter- Kanıt- Üçüncü Yalan. İkinci okuduğum kitabı ise Dün oldu. Zaten Türkçeye de bu kitaplar çevrilmiş, diğer kitaları henüz çevrilmemiş.

        Kitap çok kısa yaklaşık 80 sayfa. Yazılar büyük olduğu için ve boş safya ( bölüm aralarında) çok olduğu için kitap çabuk bitti.

        Kitabın ana kahramanı Tobias'tır. Annesiyle birlikte küçük bir köyde yaşamaktadır. Annesi hayat kadınlığı yaparak geçimini sağlamaktadır. Annesinin bu yaşantısı Tobias'ın ondan iğrenmesine neden olur. Bir gün annesiyle yatan kişinin öz babası olduğunu öğrenir ve onu bıçaklayarak köyden kaçar.

        Tobias'ın en büyük arzusu yazar olmaktır. Sürekli kısa kısa yazılar yazar. Kitapta başlık verilen bölümler Tobias'ın yazdığı yazılardır. Bu yazılarda dikkatimi çeken şey şiirsel olmasıydı. Bir saat fabrikasında çalışan Tobias, burada çalışanların hayatının nasıl tek düze ve sıkıcı olduğunu anlatıyor. Bu sıkıcılık bazen öyle noktalara geliyorki insanların intihara kalkışmasına dahi neden oluyor.


     Agota Kristof diğer kitabında olduğu  gibi bu kitabında da ülke ismi vermiyor. Olaylar,  dünyanın herhangi bir ülkesinin, herhangi bir köyünde geçiyor. Kahramanları ise toplumun en alt katmanında olan kişilerden oluşuyor. Dili hem çok sade hem de çok akıcı; bu nedenle,  kitapları çok rahat okunuyor. Dilinin bu kadar sade ve güzel olmasında çevirmeninde çok büyük rolü var. Kitabın çevirmeni Ayşe İnce Kurşunlu, buradan teşekkür ediyorum kendisine.

       Bana bu kitap,  romandan ziyade öykü tadı verdi. Kitabı okumanızı tavsiye ederim.

10 Şubat 2015 Salı

İnception

        Sömestr tatilinde evimde yaptığım film festivali sırasında izlediğim filmlerden biri İnception'dı. Yıllar önce öğrencilerim tarafından tavsiye edilmişti. İzlediğimde bana çok karışık gelmişti. Bu tatilde yeniden izledim.

           Filmin özellikle konusu bana hem ilginç hem de sıradışı geldi. Çünkü tüm konu aslında insan zihninde geçiyordu, yöntem de rüyalardı. Gelecekte böyle bir şey olabilir mi diye düşünmedim değil. Filmin kadrosu da çok zengin. 


          Film 2010 yapımı, vizyona girdikten sonra son 25 yılın en iyi filmleri arasında girmiş. İşte bu özelliği,  filmi ikinci kez izlememe neden oldu. Filmin senaristi ve yönetmeni Christopher Nolan.

          Gelelim konusuna: Dom Cobb yetenkli bir hırısızdır. İnsanların rüyalarına girerek önemli sırları çalmaktadır. Yeteneğinden dolayı pek çok büyük işte başarı sağlamıştır fakat bu yetenek karısını kaybetmesine ( bu kayıp çok enteresan) neden olmuştur. Hayattaki en büyük arzusu çocuklarına ve ülkesine dönebilmektir. Bunun için O'na çok farklı bir iş teklifi getirilir. Bu defa işi hırsızlık yapmak değildir. Rüyalar aracılığıyla insanların zihnine fikir yerleştirmektir ( bunun gerçekleştiğini düşünebiliyor musunuz, faşizm için muhteşem bir buluş).
          Filmi izlerken, filmin gitgide daha karmaşık hale geldiğini görüyorsunuz. Öyle ki, rüya içinde rüya ve bu katman kataman çoğalıyor. Her rüyanın ve her katmanın farklı bir işlevi var. Filmin içindekilerde, yaşadıkları durumun rüya mı yoksa gerçek mi olduğu çelişkisini yaşıyorlar. Bu çelişkiden kurtulabilmek için yanlarında ufak eşyalar bulunduruyorlar. Yukarıdaki resimdeki topaç, Dom Cobb'un gerçek dünyada olduğunu gösteren delilidir.

        Film bilim kurgu tarzında, eğer bilim kurgudan hoşlanıyorsanız ve bu filmi izlemediyseniz tavsiye ederim. Hem düşündüren hem şaşırtan bir film. İyi seyirler...

9 Şubat 2015 Pazartesi

Dünün Dünyası



          Sömestr tatilinde bol bol kitap okudum ve bol bol da film izledim. Bunları yapmaktan bloğuma fazla zaman ayıramadım. Şimdi bloğa zaman ayırıp yazma zamanı...

           Stefan Zweig'ın daha önce Satranç ve Bir Kadının Yirmidört Saati adlı kitaplarını okumuştum. Satranç ilk okuduğum kitabıydı ve çok beğenmiştim ( bu kitapla ilgili yazıma bloğumdan bakabilirsiniz).

          Dünün Dünyası yazarın kendi otobiyografisi. Kitabı okurken çok uzun zamandır otobiyografi okumadığımı fark ettim.

          Bu kitapla ilgili ilk sözlerim tavsiye sözleri olacaktır. Mutlaka okuyun ( tabi otobiyografi seviyorsanız). Hem Avrupa tarihi hakkında  hem de Avrupa'daki bilim adamı, ressam, yazar ve müzisyenler hakkında çok şey öğrenirsiniz.
   
        Çevresi sanatçılarla dolu olan Zweig'ın hayatı da acılarla doludur. Bu acıların ana kaynağı ise hayatında iki büyük savaşa tanık olmasıdır. Bunlar: Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıdır. Bu savaşlara ve acılara rağmen üretkenliğini hayatı boyunca sürdürür. Kitapta geçmiyor ama umudunu kaybettiğinde de karısıyla birlikte intihar eder. Çünkü insanlığa ve barışa dair hayal kırıklığı büyüktür ve bu da O'nu ve karısıyla birlikte ölüme sürükler.

      Kitapta kimler yok ki: Freud, J.Joyce, Strauss, Rolland, Dali, Mussolini ve tabiki Hitler. Bunlar benim aklımda kalanlar. Emin olun yazarın sıraladıkları bunun iki katı. Yaşamı ise seyahatlerle geçer. Bu seyahatlerin çoğu yazarın zevkle yaptığı Avrupa ve Amerika turlarıdır. Fakat özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki seyahatleri artık zorunlu ve neredeyse sürgün niteliğindedir. Daha da acısı vatansız kalmıştır. Kaldığı İngiltere'de bir süre sonra "düşman sığınmacı" olarak anılması, yazarı çok yaralar. Kitap İngiltere'den ayrılmasıyla son bulur. Yazarın son zamanları ise Brezilya'da geçmektedir.


           Hayatı boyunca politikayla ilgilenmemiş hatta siyasi konuşmalardan ve olaylardan hep uzak durmuştur. Buna rağmen hayatını mahvedenler ise politikacılar olmuştur. Yazarın en çok acı çektiği şey ise gerek Yahudilerin ( kendisi de Yahudidir) gerekse Avusturya'nın yaşadığı acılardır.

           İnsanın kendi hayatını yazması zordur. Bu kitapta Zweig'ın zoru başardığını gördüm. Her şeyi olabiliğince objektif anlatmış. Bir şeyleri övme veya yerme derdinde değil. Bir bilim adamı gözüyle gerek kendi toplumunu ( yahudileri) gerekse diğer toplumları artısıyla eksisiyle vermiş. Hatta yahudi toplumunun cinselliğe bakış açısını çok samimi ve bir şekilde ifade etmiş ( açıklamaları günümüz Türkiye'sine çok ama çok benziyor).

           Kitabın pek çok yerini çizdim. Bunların bazılarını buraya da aktarmak istiyorum. Son olarak "tüm kitap kurtlarının mutlaka okuması gereken bir kitap" diyerek noktayı koyuyorum.

  • "Bildiğimiz hiçbir şey bize gümüş bir tepside sunulmadı. Öğrendiğimiz her şeyin bedelini çok ağır ödedik."
  • " Okul dönemime ait neşeli ve mutlu tek bir anım vardır, kapısını bir daha açmamak üzere çıktığım an."
  • "Savaş, mantık ve haklılık duygusuyla bağdaşamaz."
  • "Her sanatçı, anlaşılmaz bir çelişki barındırır içinde: Hayat ona hırçın ve acımasız davrandığında huzur özler, huzur verdiğinde ise gerginliği."
  • "Sanat, her zaman tüm halkın yaşamının bir parçası olduğu yerde zirveye ulaşır." 

2 Şubat 2015 Pazartesi

The İmitation Game


         Okullar tatil olunca ya film izlerim ya da kitap okurum. Bugün izlediğim film ise The İmitation Game ( Yapay Oyun)'di. Filmi çok beğendim, izlemenizi tavsiye ederim.

        
          Filmin konusu gerçek yaşam öyküsüydü: Filmde; Alan Turing'in İkinci Dünya Savaşı sırasında geliştirdiği bir makineyle Alman kriptolarını çözmesi anlatılır. Bu başarısıyla savaş kahramanı ilan edilir. Bu makine tarihteki ilk bilgisayar örneğidir. Aslında kendisi bir matematikçidir. Makinelerin insanlar gibi düşünüp düşünemeyeceğine yönelik araştırmalar yapmıştır.

        Alan Turing 1912 yılında doğmuş ve 1954 yılında ölmüştür. Okul yıllarında dahi olduğu anlaşılmış ve ailesi de O'nu o dönemlerde çok ünlü olan bir özel okula yazdırmıştır. Bu okulda Turing, kendisinden yaşça büyük olan Cristopher Morcom'la yakınlaşır ve aşk ilişkisi yaşar. Cristopher'ın veremden ölmesi Turing'in yaşamını altüst eder. Alan,  Cristopher'ı hiç unutmaz hatta öyle ki yaptığı ilk bilgisayara Cristopher ismini verir.

         
           Anlayacağınız Alan Turing gay'di. İşin kötü tarafı İngiltere'de gay olmak o dönemlerde suç olarak kabul ediliyormuş. Alan Turing'in gay olduğu anlaşılınca mahkeme O'na iki seçenek sunar: Ya hapse girecektir, ya da ilaç alarak cinselliğini  ve cinsel isteklerini tamamen ( hadım edilecek)  yok edecektir. Alan'da ilaç almayı kabul eder. Çünkü hapse girerse Cristopher adını verdiği makinesiyle ilgilenemeyecek ve onu geliştiremeyecekti. 1954 yılında siyanür zehirlenmesinden ölür. İnternette ölümünün şüpheli olduğu intihar değil,  cinayet olduğuna dair bilgiler yazılmış.

        Film 2014 yapımı, yani yeni bir film. İzleyin derim. 



1 Şubat 2015 Pazar

P.K.

        Bu filmin ismini farklı farklı yerlerde duydum. Filmi izleyen herkes filmi tavsiye ettiği için, önceliğe aldım ve bugün bu filmi izledim.

        
         Eskiden Bollywood filmi dendiğinde; saçma sapan dansların edildiği izlenmeye değmeyecek filmler olduğunu zannederdim. Sonrasında Benim Adım Khan filmiyle fikirlerim değişti ve büyük bir zevkle izlediğim filmler oldu. Fakat bir noktada eski fikirlerim devam ediyor. O da; dans sahneleri. Bu filmde de yine saçma bulduğum o dans sahneleri mevcut ve ben o kısımları sıkılarak izledim.

           Filmin konusunu ise çok beğendim. Tanrı'yla ilgili ve dinlerle ilgili çok güzel sorgulamalar içeriyor. Dini kendine sermaye edinip insanları dinle sömürenleri anlatan bir film olmuş. İzlemenizi tavsiye ederim.