31 Ocak 2015 Cumartesi

Sevgili Hayat


          Bugün İstanbul'da fırtına vardı ve tüm vapur seferleri iptal edilmişti. İşte böyle bir günde karşıya geçtim. İstikamet, Beyoğlu Küçük Sahne'ydi. Vapurlar çalışmayınca doğal olarak metro, marmaray ve tekrar metro yaptım ( bu fikri bana veren Gük Akça'ya teşekkürler, sayesinde ikinci bir metrobüs faciası yaşamadım).

    
           Oyun tek perdelikti ve bir saat onbeş dakika sürdü. Oyunun konusu ise şöyle: 1922 yılında İzmir'de Amane ( bunu araştırdım yazacağım) kahvelerinde şarkı söyleyen Eleni ve sokaklarda yaşayan Lena'nın karşılaşmasıyla oyun başlıyor.  Lena Eleni'nin çalıştığı kahvede şarkı söylemeye başlıyor. Birbirlerine hem arkadaş hem de rakip oluyorlar. Lena, Eleni'ye göre çok daha gençtir, bundan dolayı bir süre sonra Eleni'nin yerini alır ve Eleni'de işinden olur. Buna rağmen birbirlerinden kopmazlar ve herşeye rağmen birbirlerine destek olurlar. Yıl 1922 olunca tabi Anadolu'daki savaşta oyunun konusudur. Bir yandan doğup büyüdükleri toprakları terk etmekten korkan bu kadınlar bir yandan da kaçış planları yapmaktadırlar ( bu kaçış planlarını özellikle Lena yapmaktadır, Eleni'nin İzmir'i terk etmek gibi bir niyeti yoktur).

     Oyunun yazarı bir Türk; Funda Özşener ( neden Türk olduğunu vurguladım; oyunun konusundan dolayı sanki Yunanlı biri yazmış gibi algıladım) , yönetmeni Metin Belgin, oyuncuları ise; Yeşim Gül ve Ebru Aytürk Evren.  Oyunculuklar çok güzeldi, konu da güzeldi ama en güzeli müziklerdi.

        Yazıyı bitirmeden önce Amane Kahvesi'nin ne demek olduğunu da yazayım. Ben ilk kez bugün duydum ve bugün öğrendim. Belki içinizden bilenler vardır. Adını şarkılarda çok kullanılan "Aman"dan alıyormuş. Bu kahveler çok şık kahvelermiş. Burada söylenen şarkılarda genellikle doğaçlama olurmuş. Müzisyenler söz bulamadıklarında "aman, aman" diye şarkı arasına sözler ekleyip kendilerine düşünme payı verirlermiş. Bu kahvelere genelde yunanlı burjuvalar gelirmiş. Çalan müzisyenlerin ise müzik bilgisi çok iyi olurmuş.

            Oyun konusu itibarıyla biraz ağır ilerleyen bir oyun. Ben beğenerek izledim, bundan dolayı tavsiye edebilirim ama seyircler arasında sıkılanlar da oldu. İyi seyirler dilerim...

28 Ocak 2015 Çarşamba

Budala


            Dostoyevski'nin okuduğum üçüncü romanı Budala oldu. Daha önce Suç ve Ceza ile Yeraltından Notlar kitaplarını okumuştum. Yıllar önce Yeraltından Notlar'ın oyununu da izlemiştim hem de AKM'de. Dilerim yine orada oyunlar izlerim ( bir umut ).

         Gelelim kitabımıza; romanımızın ana kahramanı Prens Mişkin'dir. Kendisi çok saf ve temiz kalplidir ve sara hastasıdır ( yazar da sara hastası, kahramanıyla ortak özelliklerinden biri bu hastalığıdır). Romanın diğer kahramanları ise güzeller güzeli ve hafifmeşrep Nastasia Filippovna, Aglea İvanovna, Rogojin ( tutkuyla Nastasia Filippovna'ya aşıktır), General ve Lebedef'tir.

          Romandaki  kahramanlar Rusya'daki farklı sınıfları temsil ederler. Belonskayalar üst sınıfı, Epanşinler orta sınıfı ve Lebdef ise alt sınıfı temsil etmektedir.

             Romanda en çok beğendiğim yerler din sorgulamaları ve Rusya'nın edebiyatına yönelik söyleşiler oldu. Dostoyevski, Gogol ve Puşkin'den sıklıkla bahsediyor daha doğrusu kahramanlarına bahsettiriyor. Tabi yaşadığı dönem 19.yüzyıl olduğu için romandaki kahramanlar sık sık ekonomik durumdan ve sosyalizmden de bahsediyorlar. Benim beğenerek okuduğum kısımlar bunlar oldu.


          Kitap ismini, Prens Mişkin'e verilen lakaptan alıyor. Prensi en çok rahatsız eden şeylerden biri de bu lakaptır. Çok saf olan Prens yüklü bir mirasa sahip olur, fakat o kadar saftır ki parayı elinde tutamaz. Çok iyi niyetli olduğu için insanları kırmamaya çalışır ve herkese sevgi dolu bir samimiyetle yaklaşır. İlk etapta bu samimiyet ve sevgi,  insanlar tarafından kuşkuyla karşılansa da daha sonra Prens'i tanıdıkça hem alaya hem de saygıya dönüşür. İnsanlar, bir yandan  O'ndan hem çok rahatsız olur hem de en önemli problemlerini O'nunla paylaşırlar. Çünkü Prens herkesten çok daha iyi bir dosttur ve bunu karşılıksız yapar ( bazı internet sitelerinde Dostoyevski'nn Prens Mişkin karakteriyle aslında kendini anlatmak istediği yazıyor).

        Her kitapta olduğu gibi burada da aşk var. Prens Mişkin kendisine yakınlık gösteren her kadına yakın ve sevgi dolu davranır. Hem Nastasia Filippovna'ya hem de Aglea İvanovna'ya. Sonunda iki kadının arasında kalır ve her ikisi tarafından da terk edilir. Kitabın sonunda Ojen Pavloviç'le dertleşen Prens iki kadını da çok sevdiğini söyler. Pavlaoviç ise bunun mümkün olmadığını söyleyerek Prens'i suçlar. Bence doğrusu da Prens'in dediği gibi,  her iki kadını da seviyor ve asla incinmelerini istemiyor ama şu da bir geçek her ikisine de aşık değil, Ojen Pavloviç bunu anlamıyor. Sonunda kadınlardan biri ölüyor (daha doğrusu Rogojin tarafından öldürülüyor) diğeri ise birden bire birine aşık (!) olup evleniyor. Aglea İvanovna'nın ani evliliği sanki Prens'ten intikam almak gibi bir şey oluyor. Ama Prens her zamanki iyi niyetiyle herkesin mutlu olmasını istiyor.

       Klasik okumayı seviyorsanız önerebilirim ama öncelikle Suç ve Ceza'yı okumanızı tavsiye ederim. Bence Suç ve Ceza, Budala'dan çok daha güzel bir kitap.

25 Ocak 2015 Pazar

The Corner Book Cafe

        Bu Cafe'ye ilk kez geçen yıl gitmiştim  ve çok beğenmiştim. Ataşehir'e ne zaman yolum düşse orada bir mola verir ve bir kahve içerim.

           Cafe'nin özelliği; kitap Cafe olması. Orada çok rahat ders çalışabilirsiniz ya da kitap okuyabilirsiniz. Kitaplarla dolu bir mekanda kitap okumanın keyfi bir başka oluyor. Kahve konusunda çok uzman değilim ama sunumlarını beğeniyorum. Her gittiğimde de filtre kahve içiyorum.

    
            Bu Cafe'nin özelliklerinden biri de;  ayda bir ya da iki kere perşembe akşamları yazarlarla söyleşiler düzenlemeleri. Ben Yekta Kopan söyleşisine katıldım. Cafe'nin sayfasına facebooktan üye olabilirsiniz. Böylece oradan söyleşilerle ilgili haberler alabilir ve sizde sevdiğiniz yazarlarla buluşma fırsatı yakalayabilirsiniz.


     Cafe'nin adresi ise şöyle: Ataşehir Bulvarı Ata blokları 3/1 No:10/C Ataşehir/İSTANBUL. Cafe'nin çalışanlarına da buradan teşekkür göndermek istiyorum çünkü her gittiğimde güler yüzlü ve ilgili garsonlarla karşılaşıyorum.

23 Ocak 2015 Cuma

Komşum Hitler

             İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda bu sezon oynamaya başlayan Komşum Hitler oyununu, Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde izledim. Oyuna büyük bir beklentiyle gittim. Beklentimi yüksek tutmamın iki nedeni vardı: Birincisi oyunun yazarı Ali Cüneyd Kılcıoğlu'ydu ( daha önce İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı oyununu izlemiş ve çok beğenmiştim),  diğeri ise bu oyunu izleyip çok beğenen bir arkadaşımın övgüleriydi. Beklentim yüksek olunca oyundan hayal kırıklığıyla döndüm. Oyunda tek beğendiğim şey dekor oldu.

           Oyunun konusunu beğendim. Sanal alemle çok güzel dalga geçmiş. İnsanların sosyal paylaşım sitelerine nasıl bağımlı olduklarını çok güzel sahnelemişlerdi. Ama insanların birer Hitler'e dönüşünün nasıl olduğunu tam verememişlerdi.


        Oyunda pek çok şeyi de anlayamadım: Bunları şöyle sıralayabilirim ; ev sahibinin oturma odasında ne sakladığı, içerden gelen fil sesinin ne anlama geldiği, yediklerinin insan eti olup olmadığı, oturma odasına giren kameramana ne olduğu, bu insanların Hitler'in yaşadığına neden inandığı... Aklıma gelenler bunlar. Neyse fazla uzatmayayım. Beklentim yüksek olduğu için ben çok beğenmedim oyunu. İsterseniz bir de siz izleyip, öyle karar verin. Kimbilir belki benim anlamadıklarımı sizler anlarsınız.

22 Ocak 2015 Perşembe

Hamlet Makinesi

          Pazar günü Üsküdar Tekel sahnesi'nde Hamlet Makinesi oyununu izledim. Bu oyunun özelliği Post- dramatik olmasıymış. Ne demekmiş bu post-dramatik? diye ufak bir araştırma yaptım. Okuduklarımdan anladığım şu oldu: Dramtik bir metinden ziyade fiziksel aksiyona dayanan, bir mesaj vermek yerine süreci yansıtmaya çalışan oyun demekmiş.

  
           Oyun tek perde süresi ise bir saat otuz dakikaydı.  Oyun,  konusunu Hamlet'in hikayesinden alıyor. Yukarda "bir mesaj vermekten ziyade süreci yansıtmak" diye yazdım ama bence bu oyun bir mesaj da veriyordu. Hamlet konusundan hareketle çok güzel bir iktidar eleştirisi yapıyordu. İktidarın medya ve sanat üzerindeki baskısını çok iyi yansıtıyordu. Bu konuyu da tarihsel süreç içerisinde ele almıştı. İktidarlar ve siyasi sitemler ne olursa olsun "insan" faktörü hep ikinci planda kalıyor ve gereken önem verilmiyor. Daha da kötüsü insan sürekli olarak makineleşiyor bu da tüm iktidarların işine geliyordu. Oyunda Gezi Parkı olaylarına da gönderme yapılıyordu. Ellerinde ağaçlar olan gençlerin karşısında penguenlerin olması ve tüm medyanın penguenlerle dolu olması "tiksindirici" olarak nitelendiriliyordu ( ki benim içinde öyle).


           Oyunda ışıkla yapılan görsel şov muhteşemdi, kostümler harikaydı, müzik süperdi, oyunculuk harikuladeydi. Oyunun yazarı Heiner Müller, yönetmeni Ayşe Emel Mesci, müzik Okay Temiz, ışık tasarımı Yakup Çartık'a ait.  Oyuncu kadrosu ise oldukça kalabalıktı.

           Müthiş etkileyici ve alışılmışın dışında bir oyun mutlaka izlemelisiniz. Son olarak oyunun tanıtım broşüründe ki açıklamayı yazarak yazımı bitirmek istiyorum. Çünkü benim yazımdan çok daha açıklayıcı ve güzel bir özet olmuş:

           "Heiner Müller’in, Avrupa tiyatrosunda, yazarlık, dramaturgi ve performans alanlarında   belirgin bir etki ve değişim yaratan ünlü eseri “Hamlet Makinesi”, post-dramatik   tiyatronun başlıca örnekleri arasında yer alır. Oyun, Shakespeare’in başyapıtı   Hamlet’ten yola çıkarak, geçmişle hesaplaşma çabası üzerine kurulmuştur. Ele alınan   geçmiş, ardarda iki dünya savaşı geçiren Avrupa’nın kanlı tarihidir. Bu taşlaşmış  geçmiş, komünist sistemi de içeren bir hayalet gibi Hamlet’in karşısında yer alır. Geçmişten beslenen ve bireyi kuşatan sistem,  farkındalığı arttıkça tutsaklaştığını anlayan bütün kadın ve erkekleri abluka altına almış, tuzağa düşürmüş, makineleşmeye  zorlamaktadır. Makineleştikçe çok daha kolay sakatlanan bedenlerin ve bu bedenlere  sıkışıp kalan ruhların acısını, oyun içinde oyun vurgusuyla, yer yer ironik bir üslupla  sahneye taşıyan oyun, katmanlı yapısıyla seyirciyi de önyargılarından arınmaya, farklı   bir serüvene katılmaya çağırmaktadır…"

21 Ocak 2015 Çarşamba

Muhteşem Gatsby



         Aylar önce filmini izlemiştim, çok beğenmemiştim. Bir de kitabını okuyayım dedim,  ne yazık ki çevirinin kötülüğünden dolayı kitabı da sevemedim.Aslında kitabın konusu çok güzel. Ama çeviri kötü olunca kitabın içine girmekte zor oluyor. Bu kitabı okuyacaksanız yandaki baskıyı kesinlikle almayın bence. Kitabın Can Yücel çevirisi varmış, bence sizler onu okuyun ( ben çektim siz çekmeyin).

        Muhteşem Gatsby'nin konusu kısaca şöyle. Gatsby, çok zengin ( zenginliğinin kaynağı ve paranın nereden geldiği meçhul) biridir ve evinde inanılmaz eğlenceler düzenler. Bu eğlencelere şehrin dört bir yanından insanlar akın akın gelir. Hem eğlenirler hem de Gatsby'nin kim olduğuna, işinin ne olduğuna dair dedikodular yaparlar. Bu olayları bize anlatan Nick adlı bir kahramandır. Gatsby'nin komşusudur ve bana göre Gatsby'nin de tek arkadaşıdır.

    
          Gatsby, Nick'in kuzeni Daisy'yle yıllar önce aşk yaşamıştır ve hala O'na aşıktır. Bu partileri vermesindeki amaç Daisy'nin gelmesi ve karşılaşmalarıdır. Bu olay bir türlü olmayınca Nick'i araya koyar ve Daisy'le buluşur. Daisy'de O'nu unutmamıştır. Fakat evlenmiştir ve bir de kızı vardır. Kocasının çapkınlıklarından dolayıda mutsuz bir evliliği vardır. Gatsby'yle yeniden aşk yaşamaya başlarlar. Bu Dasiy'nin kocası Tom tarafından farkedilir. Tom evliliğini kurtarma çabası içine girer. Derken kitapta umulmadık olaylar başlar; önce bir trafik kazası sonrasında yaşanan cinayetle kitap son bulur. Öldürülen kişi ise Gatsby'nin kendisidir. Kitapta beni en çok etkileyen bölümlerde bunlar oldu. Tüm şehire parti veren adamın cenazesine hizmetçileri, bir arkadaşı ve Nick katılır. Yıllarca aklından çıkaramadığı ve hep sevdiği Daisy bile cenazeye katılmaz.


           F.Scott Fitzgerald  İrlanda asıllı amerikalı bir yazar. Bu kitabı yazmaktaki amacı ise Amerikan Rüyasına karşı çıkmakmış. Fistzgerald, I.Dünya Savaşı sonrasındaki gençliği "kayıp kuşak" olarak nitelendiriyormuş ( bence savaşın olduğu her ülkedeki kuşaklar kayıptır, ama tabi I.Dünya Savaşı tüm dünyayı etkilediği için kayıp kuşak tüm ülkelerde bulunmaktadır. Şu anda ise Orta Doğu'da yaşayanlar için kayıp kuşak diyebiliriz.). Yazar,  Cennetin Bu Yanı adlı bir kitabıyla ünlenmiş. Ünlenmenin büyüsüyle kendini eğlence hayatına kaptırmış ve sonu hüsran olmuş. Ruhsal bunalım içine girmiş ve bir süre sonrada unutulmuş. 1940 yılında da vefat etmiş.

       Bu kitap,  internette beyni geliştiren romanlar içerisinde ilk sırada verilmiş. Bunun bir reklam olduğunu düşünüyorum. Beyni geliştirdiğini düşündüğüm çok daha iyi romanlar okudum. Bu tarz listelere inanıp kitap okuduğumda genelde hayal kırıklığı yaşıyorum. Çünkü beklentimi yüksek tutuyorum bu da aradığımı bulamamama neden oluyor.

     Bir başka kitapta görüşmek üzere... Sevgiler.

19 Ocak 2015 Pazartesi

İsimsiz


            Cumartesi günü sabah, kitap grubumla toplantım vardı. Emile Zola'nın Meyhane kitabı için toplandık ( okumadıysanız tavsiye ederim). Hem Emile Zola'yı hem Fransa'yı hem de Meyhane'yi konuştuk. Çok seviyorum bu toplantılarımızı ve bir sonraki ayın toplantısını sabırsızlıkla bekliyorum . Neyse toplantıdan sonra Üsküdar'a gittim. Musahipzade Celal Sahnesi'nde İsimsiz  oyununa bilet almıştım. Anlayacağınız cumartesi günüm sanatla dolu dolu geçti. Çok da iyi oldu.
       Oyunun yazarı ve yönetmeni Özgür Kaymak Tanık, kalabalık bir oyuncu kadrosuna sahip, üç tane de yönetmen yardımcısı var ( bence yönetmenin, bu kadar yardımcısının olmasının nedeni ilerde bu kişilerin yönetmenliğe aday olmasıdır). Oyun tek perde ve 60 dakika.Oyunda ilk dikkatimi çeken şey dekorun olmamasıydı. Makyaja ise tam puan verdim.


           Gelelim oyunun konusuna: Oyunda bir ülkede ki iç savaş anlatılmaktadır. Bu savaş sırasında evlerinde mahsur kalan ve çatışmalardan dolayı dışarıya çıkamayan bir aile ve bu ailenin ahırı canlandırılıyordu. Ahırın canlandırılma kısmı özellikle çok hoşuma gitti. Çünkü hayvanlar, insanların neyi paylaşamadığını bir türlü çözemiyorlardı. Oyunun konusu bana 12 eylül dönemini hatırlattı.

           Bu konuya benzer daha iyi oyunlar izlediğim için oyun beni  fazla etkilemedi. Bu nedenle herhangi bir tavsiyede bulunamayacağım. İzleyip kendiniz karar verin.  Sevgilerimle...

18 Ocak 2015 Pazar

İki Şiirin Arasında


           Yaklaşık bir yıldır öykü kitabı okumuyordum. Sanırım en son okuduğum öykü kitabı ise Sabahattin Ali'nin Değirmen'di. Kitap türleri içinde bir sıralama yapsam öykü son sıralarda yer alır. Nedense öyküyü, ( istisnaslar kaideyi bozmaz) roman, şiir, deneme ya da biyografi kadar benimseyemedim ve sevemedim. Sevdiğim öykülerin ise roman olmasını ve hemen bitmemesini istedim.

        Bu kitap, Yekta Kopan'ın ilk okuduğum kitabı oldu. Sanırım bu kitapla başlamakla kötü bir başlangıç yaptım. Ödüllü kitaplarını okumayı tercih etseydim, yazarı ve kitaplarını daha çok benimseyebilirdim. Yazarın aşk Mutfağında Yalnızlık Tariferi adlı kitabı 2002'de Sait Faik hikaye Armağanı'nı almış. Bilseydim bu kitapla başlardım. Belki ilerleyen zamanlarda bu kitabı alıp okuyabilirim.

       Kitaba geçmeden önce yazardan biraz bahsetmek istiyorum. Yekta Kopan, 1968 yılında doğmuş Hacattepe Üniversite'si İşletme Bölümü'nden mezun olmuş.  Yazar, seslendirme sanatçısı ve televizyon sunuculuğu yapmış ( sanıyorum televizyon programları devam ediyor. Ben iyi bir televizyon izleyicisi olmadığım için hangi programı sunduğunu bilmiyorum). Aynı zamanda da yazarlık atölyesi varmış. Aile Çay Bahçesi adlı kitabı,  roman diğer kitapları ise öyküymüş. Bir de Baktım Yoksun kitabı 2010 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü ve yine aynı yıl Haldun Taner Öykü Ödülü'nü almış ( bak bu kitabı da tercih edebilirmişim).


        Gelelim İki Şiir Arasında adlı kitabımıza. Yazar kitabını,  annesine şu sözlerle atfetmiş: "Hafıza yüktür, birlikte taşımazsak".

         Kitap iki ana bölümden oluşuyor: Bunlar: Biraz Konuşabilir miyiz? ve Daha Önce Tanışmış mıydık? İlk bölüm beş hikayeden oluşuyor. Bu hikayeler içerisinde "Öğretmen" hikayesini beğendim. İkinci bölüm ise altı hikayeden oluşuyor. Bu bölümde de "Şerbetçi", " Daha Önce Tanışmış mıydık?" ve "Giriş Cümlesi" hikayelerini beğendim.

       Kitabı okuduktan sonra yazarın söyleşisine katıldım. Bu söyleşide şunu öğrendim. Benim beğenmediğim birinci bölüm, yazarın 16-17 yıl önce yazdığı ve yazarında pek beğenmediği hikayelerinden oluşuyormuş İkinci bölüm ise yeni hikayelerinden oluşuyor, bu yeni hikayeleri yazar daha önce e-kitap olarak altkitap.com sitesinde okurlarıyla  paylaşmış. Yazar bu kitabında eski ve yeni yazdığı hikayelerini bir araya toplamış.

       Öykü kitaplarından hoşlanıyorsanız, yazarın ödüllü kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Çürük Temel

               Bu hafta içi Kadıköy Haldun Taner'de Çürük Temel oyununu izledim. Bu oyun, İstanbul Şehir Tiyatroları için çok özel ve önemli bir oyun. Çünkü bu oyun, ilk olarak 1914 yılında sahnelenmiş. Tam 100 yıl önce. O zamanlar Şehir Tiyatroları'nın adı Darülbedayi-i Osmani'ymiş. O zamanki  kadrosu ise şöyle: Kinar Hanım, Sara Mannik, Eliza Binemeciyan, Adriyan Hanım, Rosa Felekyan, Muhsin Ertuğrul, Nurettin Şefkati ve Ahmet Muvahhit. İnternette o tarihe ait bir fotoğraf yok. Bende 1916 yılında sahnelenmiş olan oyuna ait fotoğrafı buldum. İşte fotoğraf:


         Oyunun yazarı: Emile Fabre, uyarlayanı, Hüseyin Suat Yalçın, yönetmeni, Engin Alkan ve günümüz Tükçesine aktaranda Sezai Gülşen ve Doğan Yavaş'mış.

        Oyunun konusu kısaca şu: İki evlilik yapmış olan Münire Hanım'ın ilk evliliğinde iki çocuğu ikinci evliliğinden de bir çocuğu vardır. Babasından kendisine bir fabrika kalmıştır. Fakat son zamanlarda işler çok ters gitmiştir ve fabrika satışa çıkmıştır. İlk evliliğinden olan oğlu Ferit fabrikanın satışını istemez ve babasıyla beraber fabrikanın başına geçmek ister. İkinci kocası ise bu durumu istememektedir. Karısının ilk kocasıyla aynı mekanda bulunmak istemez. Böylece Münire Hanım çocuklarıyla ikinci kocası arasında kalır.


         Oyunun en son sahnesinden sonra selamlama faslı çok farklı ve etkileyiciydi. Bu oyunu oynayan ilk oyuncular selamladı önce sonra geçmişten günümüze Şehir Tiyatrolarında emek veren tüm oyuncuların fotoğrafları yansıdı sahneye. Hepsini alkışlamaktan yorgun düştüm diyebilirim.

       Oyunculuklar etkileyici, konu güzel ve eser tarihi bence bu oyunu izlemelisiniz.

11 Ocak 2015 Pazar

Hamlet

              Dün akşam Üsküdar Tekel Sahnesi'nde Hamlet oyununu izledim. Tek perdelik olan oyun,  tek kişilik dev kadrosuyla muhteşemdi. Bülent Emin Yarar'ı daha önce Profesyonel oyununda izlemiştim ve hayran kalmıştım. Bu oyunla hayranlığım iki katına çıktı. Eğer bu oyunu izlmediyseniz, çok şey kaçırıyorsunuz demektir. Mutlaka izleyin.



        Oyun bildiğiniz gibi WilliamShakespeare'e ait çevirisini Sabahattin Eyüboğlu yapmış. Bülent Emin Yarar aynı zamanda oyunun yönetmen yardımcılığını da yapmış. Yaklaşık bir saat otuz dakika sürüyor. Aslında çocuklara uygun olmamasına rağmen Devlet Tiyatroları yine 8 yaş üstü seyredebilir, demiş ( bunu aklım almıyor doğrusu) neyse ki salonda çocuk yoktu.


                  Gelelim oyuna babası amcası tarafından öldürülen Hamlet, hem babasının kaybından dolayı çok üzgündür hem de annesinin amcasıyla evlenmesine dayanamamaktadır. Hamlet'in niyeti, amcasından kurtulmak ve kral olmaktır. Bir yandan da Ofelya'ya aşıktır. Hamlet bu planları yaparken amcası da Hamlet'i ortadan kaldırmaya niyetlidir.

             İşte buradaki bütün kahramanları Bülent Emin Yarar canlandırmaktadır. Bir bakıyorsunuz Kral, bir bakıyorsunuz Hamlet, bir bakıyorsunuz Ofelya oluyor. Burdaki ustalığı ise şu; kahramandan kahramana ve duygudan duyguya çok rahat geçebilmesi. Bir bakıyorsunuz ağlıyor bir bakıyorsunuz kahkaha atıyor. Zıt duygular peşpeşe gelse bile bunu kolaylıkla yapabiliyor. Ayakta alkışladım. Doğrusunu isterseniz bu performansı da bekliyordum. Bana kalırsa O'na en çok yakışan rol ise kötü kalpli kral rolüydü.

         Oyunun dekoru, (yanılmıyorsam) kadife bir hediye kutudan oluşuyordu. Oyun başlar başlamaz kutu açılıyor ve içinden Hamlet çıkıyordu. Olabildiğince az eşya kullanılmıştı. Hatırladıklarım şunlar: Bir taç, bir kılıç, bir kitap, bir kuru kafa, bir tabure, iki kağıttan gemi ve kuklalar. ( Geçen yıl Altkat Tiyatrsunun Hamlet Oyunu'na gitmiştim orada da neredeyse hiç dekor kullanılmamıştı, sadece satranç takımı vardı) Oyunda hoşuma giden bir diğer şey ise ışık oldu. Hatta öyle ki zaman zaman bu ışık kral ve kraliçenin konuşmaları dahi oldu. Neyse yine çok konuştum. Bir şeyi beğenince uzun uzun anlatmak istiyorum, bu da uzun yazılara neden oluyor.

           Son olarak Devlet Tiyatrolarının böyle oyunlarda izleyici yaş grubunu  8 yaşdan yukarıya (13 olabilir mesela) çıkarmasını diliyorum.

7 Ocak 2015 Çarşamba

Saatleri Ayarlama Enstitüsü


             2015 yılına harika bir kitap okuyarak girdim; Saatleri Ayarlarma Enstitüsü. Öyleyse bütün bir yılı harika kitaplar okuyarak geçireceğim.

          Ahmet Hamdi Tanpınar'ın daha önce Huzur romanını okumuştum. İnsanın kitabın okuduğu sırada, içinde bulunduğu psikolojik durumunun kitabı sevip sevmemeye neden olduğunu düşünüyorum. Huzur kitabı kötü bir dönemime denk geldiği için beni çok etkilememişti ( yeniden okumayı planlıyorum), bir de adı Huzur olsa da hikayesi tam bir huzursuzluktu. Sanırım bu nedenlerle kitap beni çok yormuş uzun sürede bitirememiştim. Ama Saatleri Ayarlama Enstitüsü tek kelimeyle müthişti. Yazarın kullandığı alaycı dil çok hoşuma gitti. Okurken çok büyük bir zevkle okudum ve iyi ki Hayri İrdal'ın yerinde değilim, diye de sık sık düşündüm.

       Kitabın ana kahramanı Hayri İrdal'dir. Aslında kendi halinde mütevazi bir insandır. Derslerinde başarılı olmadığı için ve saatlere ilgisi olduğu için bir saatçinin yanına çırak olarak verilir. Zamanla evlenir ve iki çocuk sahibi olur. Derken kitabın diğer kahramanlarıyla karşılaşırız, doktor Ramiz Bey ve Halit Ayarcı. Doktor Ramiz Bey tam bir Psikanaliz tutkunudur ve ısrarla Hayri İrdal'ı hasta ilan eder. Kitabın bu bölümlerini okurken zaman zaman kahkaha attım. Hayri İrdal'la Doktor Ramiz arasındaki diyaloglar süperdi. En çok sevdiğim sözlerden biri burada şu oldu: "Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır." Hakikaten öyle.

           Kitap tam bir kara mizah örneği. Halit Ayarcı'yla birlikte kurdukları Saatleri Ayarlama Enstitüsü ise tam bir komedi. Ama ne yazık ki herkes bu komedinin arkasında duruyor ve Halit Ayarcı'ya destek olup Hayri İrdal'ı yanlız bırakıyorlar. Hatta bu duruma Hayri İrdal'ın aileside dahildir. Düşünün çevrenizdeki herkes olmayan bir iş uydurmuş ve size de bu işin var olduğunu hatta siz olmazsanız bu işin yürümeyeceğini söylüyor. Ne iş olduğunu kimse bilmiyor herkes boş boş oturuyor ve böylece para kazanıyorlar. İşin tatlı kısmıda budur aslında, boş boş oturarak para kazanmak. Hayri İrdal'da eski aç ve sefil hayatına geri dönmemek için bu hayata evet demek zorunda kalıyor.



         Kitaptaki hikayelerin hemen hepsi güldürürken bir yandan da düşündürüyor. Ama bazılarının sadece güldürmek amacıyla yazılmış olduğunu düşünüyorum, cenaze merasiminde yeniden dirilen hala örneği gibi. Kitapta nelere yer verilmemiş ki, iyi saatte olsunlardan tutun, biraz önce yazdığım gibi dirilen hala, aile içi miras kavgaları, müzikten anlamayan hatta iyi bir kulağa sahip olmayan  müzisyen baldız, kendisini sinema aktristi  zanneden bir eş ( kadın), "mübarek" adı verilen ayaklı bir duvar saati, bütün bu çılgınlıklara uzaktan bakan bir oğul...

           Yani bu kitap anlatılmaz aslında okunur. Tek kelimeyle müthiş bir eser. Kurgusu müthiş, kahramanları müthiş, konusu müthiş...

       Yazar aslında bu kitapta modernleşmeyle dalga geçiyor. Doğu- batı arasında kalan insanların, düştüğü komik durum ve paranın insanlar üzerinde yarattığı olumsuz etkiyi anlatmış. Hayri İrdal Osmanlı'nın son döneminde ve cumhuriyet döneminde yaşamış bir kahramandır. Bu sırada yaşanan yenilikler ve Batı'ya uyum sağlama çabaları da komik bir dille ifade edilmiş. Roman dört ana bölümden oluşuyor: Büyük Ümitler, Küçük Hakikatler, Sabaha Doğru, Her Mevsimin Bir Sonu Vardır. Son bölümün isminden kitabın sonunda ne olduğunu az çok tahmin edebilirsiniz. Bu tahmine rağmen büyük bir keyifle okunuyor.

         Son olarak tabiki kitabı tavsiye ediyorum hem de şiddetle tavsiye ediyorum.

4 Ocak 2015 Pazar

Bülbül Susturulduğunda

              Her hafta pazar olduğu gibi yine Beyoğlu'ndaydım ve yine Küçük Sahne'deydim. Oyuna geçmeden önce yol maceramızı sizlerle paylaşmak istiyorum.
       
             Hava muhalefetinden dolayı vapurda geçirdiğim heyecanlı dakikalardan sonra gittik Beyoğlu'na. Bu heyecanı bir daha yaşamamak için dönüş yolunu karayolu olarak seçtik. En büyük hatayı da sanırım burada yaptık. Hava yağışlı trafik olur diye düşündük ( ki çok doğru bir tespitti bu) metro, metrobüs ve tekrar metro kullanarak karşıya geçmeye karar verdik. Taksim meydanda  metroya indik; aşağısı tam bir keşmekeşti. Sağdan soldan her yerden bir yaya trafiği akıyordu ( insanlar neden yolun sağından gitmez anlamıyorum). Neyse mecidiyeköy çıkışı da tam bir komedi turnikelerden geçerken gelen kişilerle karşı karşıya kalınıyordu (yani şöyle çıkanlar sola girenler sağa geçtiği için çarpışma an meselesi yani). Bu çalışmalarından dolayı Büyükşehir Belediyesi'ni tebrik ediyorum. Neyse Mecidiyeköy'den Metrobüse bindik. Amaa ne binmek; itiş kakış ilerleyelim diye bağıranlar elimi kalabalıktan otobüsün demirine sıkıştırdım, elimi kurtarmam için metrobüsün kapısının kapatılmasını bekledim. Tam bir kabus şeklinde, balık istifi gibi karşıya geçmeyi başardık. Metrobüste keşke korkuyu göze alıp yine vapurla dönseydik diye düşündük.

        Hafta sonları karşıya geçmek benim için vapur yolculuğu yapmak demektir. Bunu da büyük bir heyecanla beklerim. Bir yandan  Boğaz manzarasına bakarak çayımı içmek bir yandan da vapurlarda şarkı söyleyen gençleri dinlemek bana müthiş bir keyif verirdi. Ne yazık ki bugün bu keyfi yaşayamadım. Bu şehir artık ne insan kalabalığını ne de araç kalabalığını kaldırmıyor bence. Üçüncü köprüden sonra oluşacak göçü düşünmek dahi istemiyorum ( yapılan doğa katliamını saymıyorum bile). Neyse gelelim asıl konumuza.


           Küçük Sahne'de Bülbül Susturulduğunda oyununu izledim. Oyunun konusunu öğrenir öğrenmez bu oyunu mutlaka izlemeliyim dedim ve hemen bilet aldım. Oyunun yazarı Filistinli yazar ve insan hakları savunucusu Raja Shehadeh'ti. Konusu da;  2002 yılında İsrail ablukası altında olan Filsitin'in Batı Şeria bölgesindeki Ramallah kenti sürekli bombalanmakta ve bundan dolayı sürekli sokağa çıkma yasağı uygulanmaktadır. İşte oyun bu yasaklarda, evinde mahsur kalan yazar Raja Shehadeh'in günlüklerinden oluşmaktadır.  Yani oyun tamamen gerçek yaşamdan alınma.



           Tek kişilik ve tek perdelik bir oyundu. Oyun yaklaşık 1 saat on dakika sürdü. Yazarın yaşadığı çaresizlik ve korku duyguları çok iyi canlandırılmıştı. Günlerce süren ve daha ne kadar süreceği bilinmeyen bir sokağa çıkma yasağından bahsediliyordu. Filistin'deki insanlar açtı ve de çaresizdi. Korkunç bir bekleyiş. 

      Hayatımda en tahammülsüz olduğum konu belirsizliktir. İşte yazarın ve Filistin halkının yaşadığı şey buydu; belirsizlik. Öyle bir belirsizlik ki bu yaşayıp yaşamayacakları bile belli değil. Tek kelimeyle korkunç bir hayat. Oyunda en çok acıdığım kişi ise yazarın annesi oldu. Kadının tüm yaşamı bu savaş içerisinde, belirsizlik ve ölüm korkusuyla geçiyor. Yaşamı boyunca bu savaşın ne zaman biteceğini merak ediyor. O'nun yaşamı bitiyor fakat savaş ne yazık ki bitmiyor.

       Çocukluğumda ana haber bültenlerinde Filistin halkının yaşadığı eziyet sürekli olarak gösterilirdi. Hiç unutamadığım sahnelerden biri de; Filistin'li bir çocuğun kolu İsrailli askerler tarafından  taşla vurula vurula kırılıyordu. Tanrım korkunç bir görüntüydü... Ben kendimi bildim bileli Filistin halkı hep ölüm korkusuyla yaşıyor. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu olsa gerek...

          Ben oyunu ve konusunu çok sevdim ve büyük bir keyifle izledim. Bu nedenle tavsiye ederim.

      

3 Ocak 2015 Cumartesi

Sırça Hayvan Koleksiyonu

         2015 yılında ilk izlediğim oyun Kadıköy Haldun Taner'de sahnelenen Sırça Hayvan Koleksiyonu oldu. Oyunun yazarı Tennessee Williams, çevirmeni Aytuğ İzat, yönetmeni Yıldırım Fikret Urağ, oyuncuları ise; Sevil Akı, Edip Tepeli, Ayşecan Tatari ve Tanju Girişken.


           Tanıtım broşüründe en çok ilgimi çeken şey yönetmen yardımcıları oldu. Bu oyunun tam dört tane yönetmen yardımcısı varmış, bunlar: Sevinç Erbulak, Hüseyin Tuncel, Yağmur Damcıoğlu ve Alp Tuğhan Taş. Çok şaşırdım bir oyunda neden dört tane yönetmen yardımcısına ihtiyaç duyulsun ki? Aklıma acaba bu kişiler yönetmen yardımcılığını ya da yönetmenliği öğrenmek için mi görev aldılar? gibi bir düşünce geldi. Kimbilir?

       Oyunda en çok beğendim şey sahne ve ışık tasarımı oldu. Bence sahne ve ışık tasarımıyla ödüle layık gösterilebilir. Oyunda 1930'ı yıllara ait siyah beyaz filmlerde gösterildi. Bu durum oyuna canlılık kattı. Oyun konusundan dolayı biraz yavaş ilerliyordu bu filmler seyircinin sıkılmasını engelledi bence.

        Gelelim oyuna; oyunda bir anne ve iki çocuğunun hayat mücadelesi anlatılmaktadır. Babaları 16 yıl önce aileyi terk etmiştir ve nerede olduğu da bilinmemektedir. Evin geçimini ise evin oğlu Tom üstlenmiştir. Laura ise evin kızı rolündedir, içine kapanık, kompleksli, kendine güveni hemen hemen hiç olmayan bir kızdır. Ayağının aksaması güvensizliğinin en önemli nedenlerinden biridir. Evin annesi Amanda ise kızının evlenmesini çok istemektedir, fakat kızın kendine güvensizliği O'nu diğer insanlara yaklaşmaktanda da alı koyar. Laura'nın tek yaptığı şey eski plaklar dinlemek ve sırça hayvan koleksiyonuyla vakit geçirmektedir. Tom'un ise başka hayalleri vardır. O'da babası gibi evi terk etmeyi düşünmektedir. Annesinin ise Tom'dan tek şartı vardır.  Kız kardeşine bir koca bulacak ondan sonra istediği yere gidebilecektir. Tom'da iş yerinden Jim'i, kız kardeşiyle tanıştırmak için  eve getirir ... Devamını yazmayacağım belki izlemek isteyenler olabilir.

          Oyun 24 Aralık 2014'te Haldun Taner Sahnesi'nde ilk olarak sahnelenmiş. Yani bu sezonun yeni oyunlarından. Oyunculuklar çok iyiydi ( bunu yazarken mutluluk duyuyorum, şanslıyız harika oyuncularımız var). Bana kalırsa oyundaki tek sorun, konunun çok yavaş bir şekilde ileremesiydi. Onun dışında bence iyi bir oyundu. İzleyin derim...