30 Ekim 2014 Perşembe

Heba



            Hasan Ali Toptaş ismini ilk Enver Aysever'in "Edebiyat Ölmelidir" kitabında gördüm ve okumak için de not aldım. Daha sonra kitap grubum bu ay okunacak kitap olarak Hasan Ali Toptaş'ın Heba'sını seçince çok sevindim. Okuyunca iyiki seçmişiz bu kitabı diye düşündüm. Severek ve sarsılarak okudum diyebilirim. Bu kitaptan şunu anladım, Hasan Ali Toptaş'ın diğer kitaplarını da okumam lazım. Sırada Gölgesizler var.

        Heba romanı, 2013 yılında Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü almış. Gerçekten ödüle layık bir roman. Kitap yedi bölümden oluşuyor. Bunlar sırasıyla; Anahtar, Rüya, Huzur, Yazıköy, Sınır, Minnet ve Fena. İlk iki bölümdeki geçişi tam anlayamadım: Anahtar bölümü mü rüyaydı yoksa rüya bölümü mü rüyaydı? Anlayamadım ama bence kitabın kahramanı da anlamadı zaten.

          Kitabımızın kahramanı Ziya, asker arkadaşı Kenan'a söz verdiği için yıllar sonra Kenan'ın köyüne yerleşir. Kenan, Ziya'ya kendi köyüne yakın bir bağ evi yaptırtır ( buraları okurken o kadar etkilendim ki o bağ evinde yaşamayı istedim). Kitapta beni en çok sarsan bölüm ise Sınır bölümü oldu. Sınır adı üstünde Sınır'da ( Suriye sınırı ) geçen askerlik anılarından oluşmaktaydı. Çevremdeki pek çok kişiden askerde yaşanan şiddeti çok dinlemişimdir. Bu bölümde hem psikolojik hem de fiziksel şiddetten bol bol bahsediyor. İnsan okurken hem rütbelilerden nefret ediyor hem de erlerin çaresizliğine acıyor. Şu satırlar da içimi acıttı:  
           "Bir insanın kendisine zulmedene gülümsemeye mecbur bırakılmasından daha beter bir zulüm olamazdı yeryüzünde."  
        "Gelecek, geçmişin bok yemesinden başka bir şey değildir."

         Kitabın son bölümünde yazara hayranlığım daha da çok arttı. Son bölüm, adı gibi "Fena" bitti.

       Kitabı okurken bazı yerlerde ne anlatılmaya çalışılıyor diye uzun uzun düşündüm. Mesela ilk bölümde yan odadan gelen kağıt hışırtılarının ne olduğunu anlayamadım. Daha sonra Ziya'nın öldürdüğü kuşu sürekli görmesini önce Ziya'nın hayali olduğunu zannettim ama Kenan'da görünce bu kuş neyin nesi diye düşünmeye başladım. Aynı şey kitabın son bölümlerinde de dağlardaki karaltının görünmesi şeklinde oldu. O karaltıyı da Ziya'nın hayali olarak düşünürken başka kişilerin de (sanırım yine Kenan'dı) görmesi beni çok şaşırttı. Yazar burada bir mesaj mı vermek istiyor diye düşünürken internetten biraz araştırma yapmaya karar verdim. Ekşi Sözlük'ten bir yazar da benimle aynı şeye takılmış ama o bunların Hasan Ali Toptaş olduğuna karar vermiş. Banada mantıklı geldi açıkcası. Kağıt hışırıtılarını pekala bir yazar çıkartabilir, bir kuş olup yarattığı kahramanla birlikte de gezebilir. Son bölümde zaten dağlardaki karaltının ev olduğunu ve o evde kendisinin olduğunu açık açık söylüyor yazar. Ama bekleyen yazar mı yoksa Azrail'mi anlayamadım tam olarak. Bakalım kitap grubumdakiler buraları nasıl değerlendirecekler.
       Ben yazarın tüm kitaplarını okumaya karar verdim. İyi bir kitap okumak istiyorum diyorsanız bu kitabı size tavsiye edebilirim.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Shakespeare

 Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde harika bir oyun izledim bugün. Müthişti, çok iyiydi. Oyunun yazarı da yönetmeni de Azerbaycan'lı. Bu oyunu izledikten sonra şöyle bir karar aldım: Eğer bir oyunun yazarı Elçin Efendiyev ve yönetmeni Melahat Abbasova'ysa o oyuna hiç düşünmeden gireceğim ve izleyeceğim. Bundan önce de Katil diye bir oyun yazıp yönetmişer ve o oyunda çok beğenilmiş ve izlenmiş. Keşke onuda izleyebilseydim.                                      
                                                                                  
        Oyunun konusu, Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesinde geçiyor. Ama oyunu izlerken kim deli kim akıllı anlayamıyorsunuz. Öyle anlar oluyorki hastalar, doktorlardan daha normal davranıyor.
     Oyuncuların performansı çok iyiydi. Hatta şöyle diyebilirim hepsi birbirinden iyiydi. Sahne tasarımı ve ışıkta benden tam puan aldı. Sahnede dekor olarak bir insan beyni ve bu beyinin içindeki dişliler kullanılmıştı.

          Oyunun ana konusu normal ve anormal, gerçek ve gerçek olmayan kavramlarını sorgulamaktı. Sorgulama sırasında yapılan konuşmalar ise muhteşemdi. Bence oyunda verilen bir mesaj daha vardı. O da; sanatın iyileştirici gücüydü. Nitekim oyunda da hastaların doktorların Shakespeare okuması, heykel yapması, tiyatro oyunu sergilemesi onların ruh hallerini de olumlu olarak etkiliyor ve hayatlarındaki olumsuzluklarla daha iyi mücadele etmelerini sağlıyor.
         Bu oyunu kesinlikle kaçırmamanızı tavsiye ederim. Kaçırırsanız pişman olabilirsiniz.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Genç Werther'in Acıları

         Geçen yıl kitabını okumuştum. Bu yıl da balesini izledim.


        İki perdelik balenin müzikleri Frederic Chopin'e ait. Piyanist Yelena Şekalyova. Eseri zaten biliyoruz; ünlü Alman yazar Goethe'ye ait. Dekor ve kostüm ise İsmail Dede'ye aitmiş. Dekora bayıldım diyebilirim.        
           Muhteşem bir kareografiydi. Gerçekten çok büyük bir keyifle izledim. Kareografi ise Yannick Boquin'a aitmiş.



         Dekoruyla, müziğiyle, danslarıyla tam bir görsel şovdu. Çok da büyük keyif aldım. Eğer baleden hoşlanıyorsanız tavsiye ederim, mutlaka izleyin.

22 Ekim 2014 Çarşamba

A Better Life / Daha İyi Bir Yaşam


          Müthiş bir film çok severek izledim. Festival tadında olan bu film 2011 yapımı. Amerikan rüyasının nasıl bir kabus olduğunu anlatıyor. Özellikle baba rolündeki Demian Bichir'in performansı müthiş. Hani O,  olmasaydı film bu kadar güzel olabilir miydi bilemiyorum?

     Filmde Amerika'ya kaçak yollarla gelmiş bir babanın yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. Film, ucuz iş gücüyle boğaz tokluğuna yaşanan hayatı anlatırken bir yandan da kenar mahallerde ki çeteleri de gözler önüne seriyor.

   
           Bir yandan oğluyla yaşadığı sıkıntılar bir yandan kaçak yaşamanın verdiği sıkıntı bir yandan da daha iyi bir hayat için kurulan ümitler, hayaller ve planlar. Yaşadığı onca olumsuzluğa rağmen her şeyi iyi yöntemlerle çözmeye çalışan, dürüstlüğünden taviz vermeyen bu baba, beni çok derinden etkiledi. Filmin daha ilk sahnelerinde babanın mimikleri, yüz ifadesi aklınıza öyle bir kazınıyor ki üzerinden zaman geçmesine rağmen bu görüntüyü zihninizden silemiyorsunuz.Filmi çok fazla anlatmak istemiyorum. Çünkü izlemenizi gerçekten çok istiyorum. Şimdiden iyi seyirler diliyorum...

19 Ekim 2014 Pazar

Bir An Bin Parça


     
       Enver Aysever'in okuduğum dördüncü kitabı. Diğer kitapları; Yazgıcılar, Edebiyat Ölmelidir, Nasıl Yazar Olunur ve Bir An Bin Parça. Yazgıcılar ve Bir An Bin Parça kitapları roman, diğer kitapları ise yazarlar ve eserleriyle ilgili inceleme kitapları. Bu inceleme kitaplarının içinde nasıl yazar olunacağına dair tüyolar da var.

         Ben Edebiyat Ölmelidir ve Nasıl Yazar Olunur kitaplarını çok beğendim, hatta not alarak okudum. Melih Cevdet Anday'dan çok bahsetmiş, sadece şiirlerini biliyorum ama hiç kitaplarını okumadım, bu kitaplar sayesinde de okuma listeme aldım.
        
            Yazgıcılar romanını açıkcası çok severek okumadım. Benim için fazla sıradan ve basit bir kitaptı. Ama Bir An Bin Parça kitabı hakikaten çok güzel bir kitaptı. Çok severek okudum. Enver Aysever bu kitabıyla 2007 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü'nü almış.

          Kitabın konusu  ise tiyatro sevdası için bir araya gelmiş insanları anlatıyor. Karakterlerden sadece biri ( Selma) bu sevdaya dahil değil ama diğerleri tiyatro için yaşayan insanlar. Ali, yazdığı oyunu oynatmak için üç tiyatrocuyla görüşür ve üçü tarafından da kabul edilir. Oyuculardan Ahmet Cevdet Bey üç üniversite öğrencisini de bu işin içine katar. Fakat ne yazık ki istenilen başarı gerçekleşmez ve çoğunlukla boş koltuklara oynanır. Hatta zaman zaman hiç seyirci gelmez. (Aklıma Türkiye'deki özel tiyatroların durumu geldi. Oynadıkları oyun komedi değilse çoğunlukla izlenmiyor hatta bazen seyircisizlikten oyun iptal bile edilebiliyor.)

         
           Roman özellikle Selma, Ali ve Seda etrafında döner. Onların hayatı hakkında daha geniş bir bilgiye sahip oluruz. Ahmet Cevdet Bey'in ve Kamil Bey'in yaşadıklarını, acılarını ve hayal kırıklıklarını da öğreniriz. Kitapta Arif karakteri üzerinde çok fazla durulmamış, Perihan karakterini ise Kamil Bey'in anlattıklarından öğreniyoruz. Bence Arif ve Perihan'da diğerleri gibi ayrıntılı anlatılmalıydı.

           Kitabı okurken Türkiye'nin kara sayfalarıyla da karşılaşıyoruz; Sivas Katliamı, 6-7 Eylül Olayları gibi.

           Daha önce söylediğim gibi kitabı çok beğendim. Müthiş bir anlatım tekniği kullanılmış. Yavaş yavaş sindire sindire okunması gerektiğini düşünüyorum. Altı çizilecek pek çok satır vardı. Üzerinde düşünülecek sorgulanacak pek çok şeyi dile getirmiş yazar. Okurken Ali'nin, Enver Aysever olduğunu düşündüm sık sık. Çünkü her ikisi de tiyatro aşığı ve her ikisi de tiyatro yapıyor.

           Ben bir edebiyatçı değilim. Ama bu kitabı okurken  Enver Aysever'in anlatımını  zaman zaman Milan Kundera'nın anlatımına benzettim, zaman zaman da Sevgi Soysal'ı çağrıştırdı bana. Onlardan esinlenmesi çok normal çünkü onları sevdiğini biliyorum.

           Yazarımızın emeğine sağlık, çok iyi bir kitap olmuş. Eğer tiyatroya ilgi duyuyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız.


         


18 Ekim 2014 Cumartesi

Yusuf İle Züleyha


            Bugün opera sezonunu Yusuf ile Züleyha'yla açtım. Geçen yıl gitmek istemiştim hatta biletini dahi almıştım fakat kitap toplantımızdan dolayı gidememiştim. Kısmet bugüneymiş.

          Üç perdelik bir opera. Sözlerini Nezihe Araz yazmış besteci ise okan Demiriş. İlk kez 1990 yılında sahnelenmiş. Hikaye bildiğimiz bir hikaye Yusuf ile Züleyha'yı anlatıyor.
          Yusuf, babası Yakup tarafından çok sevildiği için kardeşleri tarafından kıskanılır ve yine kardeşleri tarafından kandırılarak kuyuya atılır. Kuyudan O'nu köle satıcıları kurtarır ve Mısır Firavun'una satar. Babası Yakup Yusuf'un kurtlar tarafından yendiğini zannederek ağlaya ağlaya kör olur. Firavun'un eşi Züleyha Yusuf'a aşık olur. Yusuf'ta aşıktır ama Firavun'a ihanet edemez ve Züleyha'nın aşkını reddeder. Yusuf ile Züleyha arasındaki aşkı farkeden Firavun,Yusuf'u zindana attırır, Züleyha'yı ise çöllere atar.


            Sahne düzenlemesi, dekoru, kıyafetleri ve tabiki sanatçıların performansı muhteşemdi. Bazı bölümlerde sözleri çok basit buldum ama son perde de Züleyha'nın sözleri çok derin ve etkileyiciydi. Özellikle "Sen Yusuf, güzelliğinle anılacaksın ama ben Züleyha tarihe aşkımla geçeceğim" demesi çok hoşuma gitti.
         Operadan hoşlanıyorsanız bunu kaçırmayın derim. İyi seyirler...



       

16 Ekim 2014 Perşembe

Günün Şiiri: Ümit Yaşar Oğuzcan / Kum


Kum

Sen kum nedir bilmezsin
Deniz Görmedin ki.
Yum gözlerini, zamanı düşün,
Deniz bir gözünde
Kum bir gözündedir.

Sen taş nedir bilmezsin
Dağa çıkmadın ki
Yürü ufuklara doğru,
Dağ bir ayağında
Taş bir ayağındadır

Sen kül nedir bilmezsin
Ateş yakmadın ki,
Uzat ellerini gökyüzüne,
Ateş bir elinde
Kül bir elindedir

Sen kan nedir bilmezsin
Ölmedin, öldürmedin ki,
Yat toprağa boylu boyunca
Ölüm bir yanında
Kan bir yanındadır

Sen aşk nedir bilmezsin
Beni sevmedin ki
Ağla, ağlayabildiğin kadar
Bütün güzellikler sende
Aşk bendedir

15 Ekim 2014 Çarşamba

Cibali Karakolu



      Bugün Kadıköy Haldun Dormen sahnesinde oynanan Cibali Karakolu oyununu izledim. Yıllar önce Nejat Uygur'dan izlemiştim. Şimdi ise Zihni Göktay'dan izledim. Enerjisine, performansına hayran kalmamak mümkün değil, müthiş bir oyuncu.

       Oyunun yazarı Henri Keroul ve Albert Barre, oyunu çevirenler; Muammer Karaca ve Refik Kordağ, yönetmeni ise; Nedret Denizhan.

          Oyunun içinde güncel olaylara yönelik çok tatlı sataşmalar ve meajlar var. Bundan dolayı belirli aralıklarla çok rahat izlenebilecek bir oyun. Bu espirilerin ve satşmaların çoğunu da usta tiyatrocumuz Zihni Göktay yapıyor. Bu sataşmalardan hemen hemen herkes nasibini alıyor, diyebilirim. Hele hele oyunu bitirirken verdiği mesaj çok etkileyiciydi. Birebir aktaramam ama aklımda kalanlar şunlardı: " Biz burada Cibali Karakolu'nda, sağcısı-solcusu, Romanı-Türkü-Kürdü, suçlusu-suçsuzu hepimiz barış içinde yaşıyoruz. Dileriz tüm yurdumuzda, güzel Türkiye'mizde de bu barış sağlanır. Barış istiyoruz." dedikten sonra sahnede bulunan tüm oyuncular "Barış istiyoruz!" diye bağırdılar. Evet bugün Haldun Dormen Sahnesi'nde hep beraber barış istedik. Dilerim buradan tüm İstanbul'a, Türkiye'ye ve Dünya'ya yayılır bu istek...

     
        Oyun aslında hayatın bir eleştirisiydi diyebilirim: İçinde siyasi ve toplumsal eleştiriler vardı. Kadın-erkek ilişkilerinin değerlendirilmesi ve tabiki para ve paranın yarattığı yozlaşma da çok güzel anlatılmıştı oyunda. Müzikal olduğu için eğlenceli de. Bu arada şarkıların sözlerini çok beğendim. Müzik Ali Otyam'a, şarkı sözleri de Selçuk Soğukçay'a aitmiş. Üç perdelik ve üç saat 15 dakikalık bir oyun.Oyunu kaçırmamanızı ve Zihni Göktay'ı sahnede izleme keyfini mutlaka yaşamınızı tavsiye ederim.




13 Ekim 2014 Pazartesi

Pinhan


       Çok uzun süredir Elif Şafak okumuyordum. Bu kitabı da yıllar önce aldım, bir türlü sıra gelmemişti. Kısmet bugüneymiş.

       Elif Şafak'ın Ustam ve Ben haricindeki tüm kitaplarını okudum ve Şehrin Aynaları hariç hepsini çok severek okudum. Şehrin Aynaları'nı okuduğum sırada çok yoğun bir dönem geçirdiğim için kitaba tam anlamıyla kendimi vermedim. Bu nedenle Şehrin Aynaları kitabını mutlaka bir kez daha okuyacağım ve ondan sonra kitapla ilgili kesin kararımı vereceğim.

       Çevremdeki insanlara baktığımda Elif Şafak'ı sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye ayrıldıklarını gördüm. Sevmeyenlerin çoğu kitaplarını okumayan kişiler, çok nadir okuyup da sevmeyen kişi gördüm. Hatta okuduğu halde basit bulan ve sevmeyen çevremde sadece bir kişi var.  Çoğu yazara karşı önyargıdan dolayı Elif Şafak okumuyor ya da önyargıyla okuduğu için kitabı sevmiyor. Benim yazarlara karşı önyargılarım yok, kitaplar hakkında da okumadan yorum yapmıyorum. Bu nedenle her yazarı ve kitabı okuyabilirim. Kimine göre bu zaman kaybı, bende eğer zaman kaybı yaşayacaksam bu kayıp kitaplarla olsun daha iyi, diye düşünmüşümdür hep.

           Gelelim kitaba; yazar bu kitabı 24 yaşındayken yazmış. O dönemde tasavvufa merak sarmış ve günlerce okumuş, sonra kendi deyimiyle kendini günlerce eve kapayıp yazmış, yazmış, yazmış... Ben de okur olarak iyiki yazmış diyorum. Çünkü bende eve kapanıp, okudum, okudum, okudum...

           Kitapla ve kahramanlarıyla bir bütün oldum adeta. Pinhan'la birlikte ben de gezdim diyar diyar. Nevres'le birlikte ben de kıskandım hala kızı
Safinaz'ı. İkibaşlı Pinhan'ın iki isimli ( Akrep Arif, Nakş-ı Nigar) mahalleyle hatta şehirle bir bütün olmasını, organlar ve semtler arasındaki bağlantılara hem şaşırdım hem de hayran kaldım. Kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar büyülü şehirlerde, büyülü insanlarla gezdim durdum. Benim için, olağanüstü mistik bir geziydi bu.
           Elif Şafak'ın ellerine yüreğine sağlık diyorum. Ben çok beğendim, bundan dolayı herkese tavsiye ederim. Okurken bu satırları 24 yaşında bir kişinin yazdığını da aklınızda tutmanızı tavsiye ederim.

11 Ekim 2014 Cumartesi

Lillian


     Evet sonunda bugün tiyatro sezonunu açtım. Doğrusunu söylemek gerekirse çok özlemişim tiyatroyu. İstanbul Şehir Tiyatrolarından Lillian oyunuyla açılışı yaptım. Tek kişilik ve tek perdelik bir oyun.


    Oyun hakkında hiçbir araştırma yapmadan gittiğim için Lillian'ın kim olduğunu merak ettim ve internetten biraz araştırdım. Lillian Hellman,  Arerikalı bir yazar. Sosyalist ve Stalinci olduğu yazılmış internette. Tiyatroya çeşitli oyunlar yazmış ve yazığı oyunlarda ahlak konusunu irdelemiş, özellikle lezbiyenlik üzerine yazdıkları da o dönemde hem ilgi uyandırmış hem de tepki çekmiş. 1905 ve 1984 yılları arasında yaşamış.
        Gelelim oyuna Lillian'ı bir hastane koridorounda, komada olan sevdiği adamın durumunu beklerken buluyoruz. Bu bekleyiş sırasında anıları canlanır ve bunları seyirciyle paylaşmaya başlar. Sevdiği kişi ise genelde dedektiflik romanları yazan Dashiel Hammet'tır. Dile kolay otuz yıllık bir beraberliktir.
          

         Yaşadıkları sevgi dolu, nefret dolu, ihanet dolu tüm anılar hatırlanır, o dönemin siyasi tarihiyle birlikte anlatılır. Replikler o kadar güzeldi ki hani kitap olsa altını çizer, unutmamak için bir yerlere not alırdım.
         Oyunun yazarı William Luce, yönetmeni Orhan Alkaya, oyuncu  Aliye Uzuntağan. Oyuncunun performansı izlenmeye değer.

10 Ekim 2014 Cuma

Spor ve Beslenme Günlüğü 3 / Yürüyüş


              Yürüyüş zevkle yaptığım sporlardan biri. Tek problem bunu yürüyüşe uygun olmayan alanlarda yapmak. İki gündür site içinde yürüyüş yapıyorum ( dizimin izin verdiği kadar yapıyorum, ne yazık ki sakatlık devam ediyor). Kaldırımlar o kadar dar ki, hatta bazı yerlerde kaldırıma araba park edildiği için yolda yürümek zorunda kalıyorum. Kaldırımların bir diğer problemi ise kaldırım taşlarının kırık dökük olması ve bol bol hayvan pisliğinin olması. Hayvan besliyoruz ama hayvanların pisliklerini almayı bilmiyoruz ya da istemiyoruz. Şehir içinde yürümenin bir diğer dezavantajı ise sürekli yanınızdan gelip geçen arabaların olması.

      
           Neyse tüm bunlara hatta dizimdeki ağrıya rağmen yürüyüşlerimi aksatmıyorum. Biraz yavaş yürüyorum ama sonuç olarak yürüyorum, hiç yürümemekten iyidir diye düşünüyorum.

           Doktorlar, yürüyüşün tam faydasını görebilmek için, 30 dakikadan fazla yapılmasını öneriyor . Vücuttaki hemen hemen tüm organları ve dolaşım sistemini canlandırdığı söyleniyor. Sırf bir saatlik yürüyüşlerle ve dengeli beslenmeyle yirmi günde dört kilo verilebiliyormuş. Yoga, pilates gibi sporlardan önce ısınma hareketi olarak da yürüyüş çok önemli. ( İşte benim yürüyüş yapmamda ki asıl etken de bu. Pilatesten önce ısınma hareketi yapmak. İki gündür pilateste yaptığımı ekleyeyim buraya hemen. Genelde karın ve kol çalışıyorum. Sanırım haftaya dizim tamamen düzeldikten sonra kalça ve bacakta çalışabileceğim.)
         Harvard Üniversitesinden Dr. Joonn Manson, “Eğer herkes günde 30 dakikalık bir yürüyüş yapsa, müzmin hastalıkları yüzde 40 oranında azaltabiliriz” demiş. Bunu okuyunca acaba alerjiyi de azaltır mı diye düşündüm? Hipokrat'ta yürüyüşün en etkili ilaçlardan biri olduğunu söylemiş. Öyleyse daha az ilaç kullanmak için daha fazla yürüyüş yapmak en doğrusu.
        Yürüyüşün faydalarını maddeler halinde sıralarsak, ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlarız diye düşünüyorum:
  1.   Kalp hastalıkları
  2.   Felç
  3.   Kilo kontrolü ve kilo kaybı 
  4.   Şeker hastalığı
  5.   Osteoporoz
  6.    Eklem rahatsızlıkları, eklem iltihabı
  7.    Hipertansiyon
  8.    Depresyon
  9.    Bağırsak kanseri
  10.    Uyku bozuklukları 
        Derslerimin çok yoğun olduğu günlerde daha az ama diğer günlerde bir saatlik yürüyüşü mümkün olduğu kadar aksatmadan yapmaya çalışacağım. Dilerim sizlerde yaparsınız.
       



 

9 Ekim 2014 Perşembe

Külkedisi Terapide


          Bu kitabı ne zaman aldığımı hiç hatırlamıyorum. Okuyunca niye aldığımıda anlayamadım. Hiç bana hitap etmeyen, her yönüyle benden ve benim yaşantımdan uzak bir kitap. Tüm bunlara rağmen okudum ve bitirdim kitabı.

         Kitabın yazarı Suzanne Harrill bir aile terapisti. Bu kitapta da Sinderalla'nın evlendikten on yıl sonraki halini ele almış, O'nun hayal kırıklıkları üzerinden bir kişisel gelişim kitabı hazırlamış.

          Masalsı bir dil kullandığı için herkesin kolayca okuyabileceği bir kitap olmuş.

            Eğer evliyseniz, "eşim eskisi gibi bana ilgi göstermiyor" diye sıkıntı yaşıyorsanız hatta eşinizden ve evliliğinizden dolayı depresyon yaşıyorsanız, bu kitabı size önerebilirim.
            

8 Ekim 2014 Çarşamba

Benim Hüzünlü Orospularım


          Marquez'in okuduğum üçüncü romanı Benim Hüzünlü Orospularım oldu. 94 sayfalık incecik bir kitap olmasına rağmen üç dört günlük bayram gezmelerimden ( Amasra- Safranbolu- Kastamonu) dolayı anca bugün bitirebildim.

           Marquez'in kalemini çok beğeniyorum, bundan dolayı okurken büyük bir keyif alıyorum. Aynı keyifi bu kitaptan da aldım. Kalitesinden hiç ödün vermiyor, bu yönüyle seviyorum Marquez'i.

         Edebiyat eleştirmenleri, Marquez'i Büyülü Gerçeklik akımın en önemli temsilcisi olarak görüyor. Sanırım Marquez sayesinde bu akımı bende çok sevdim. Bizden, Sevgili Arsız Ölüm kitabıyla, Latife Tekin'de bu akımı benimsemiş diye düşünüyorum.

            Gelelim kitaba; kitapta 90 yaşına gelmiş bir gazetecinin doğum günü hediyesi olarak kendisine bakire bir kızı seçmesi ve daha sonra bu kıza aşık olması anlatılıyor. Aşkı o kadar baskın olur ki onunla seks yapamaz.

             Kız onunla birlikte olduğu her gece uyur ve gazeteci de sabaha kadar onu hayran hayran izler. Kızı bu kadar geç yaşta tanıdığı için çok üzülür. Bu üzüntüsünü de çalıştığı gazetedeki köşe yazılarında dile getirmeye başlar. Yazılar değişmesine rağmen çok beğenilir ve ülkede ciddi tartışmalara da neden olur.

         Hayatı boyunca hep para karşılığı kadınlarla seks yapan gazetecimiz, aşık olduğunda ne yapacağını bilemez. Bu acemiliği, kıskançlıklarına da neden olur. Kıskançlık krizi sırasında verdiği zararı ödemek ise O'na çok pahalıya mal olur.  Hem maddi hem de manevi olarak zarar görmeye başlar. Ama çok da önemli değildir, çünkü 90 yaşındadır ve değerli olan tek şey sevdiği kadındır.

          Kitabı okurken bazı bölümler bana Murat Menteş'in Ruhi Mücerret kitabını hatırlattı. Acaba yazarımız bu kitabını yazarken Marquez'den esinlenmiş olabilir mi diye düşündüm.

          Çok kalın kitaplardan korkanlar için, sıkılmadan okuyabilecekleri bir roman diye düşünüyorum. 
        

 

Spor ve Beslenme 2 / Yoga



              Dün Spor ve Beslenme yazımı yazdıktan sonra, internetten pilates videolarını izledim. Pilates yapan kişilerin vücutlarını gördükçe mutlu oldum. Sonra neden erteliyorum diye sordum kendime? Ertelememeye karar verdim ve bir saatlik yoga çalışması yaptım. Zeynep Aksoy'un Yoga DVD'sini açtım ve çalışmayı onlarla birlikte yaptım.

       Yıllar önce bu DVD'yi her gün düzenli olarak uygulamıştım. O kadar çok yararını gördüm ki; bunları sizinle de paylaşmak istiyorum:
            Öncelikle vücudum çok esnedi, hatta o kadar esnedi ki yapabildiğim hareketleri gördükçe "bunları ben mi yapıyorum?" diye şaşkınlık geçirmiştim. Çünkü DVD'yi ilk izlediğimde bu hareketleri hayatta yapamam demiştimve çok değil bir kaç ay sonra hareketleri onlar kadar kolay yapmaya başlamıştım.
             Geceleri dişlerimi gıcırdatırdım, hatta sabahları uyandığımda çenemin ağrıdığını hissederdim, ağrıdan kahvaltı yapamadığım günlerim olmuştu. Bu DVD'yi düzenli uygulamaya başlayınca diş gıcırdatmalarım ve ellerimi sıkmalarım tamamen ortadan kalktı. Şu anda bile çok nadir yaşarım bunları.
             DVD'yi uygulamanın bir diğer yararı ise mide ve bağırsaklarımın çok iyi çalıştığını farketmem oldu. Ara ara kabızlık sorunu çekerdim. Bu çalışmayı düzenli uygulayınca sorunumun tamamen ortadan kalktığını farkettim.
             Son olarak bu DVD'yle hiç diyet uygulamadan sekiz kilo verdim. Bunu nasıl başardım bilemiyorum. Yıllar sonra yine çok düzenli yoga yaptım ama bu şekilde kilo veremedim. Sanırım kilo vereceğim beklentisi kilo vermemi engelledi. İnternetten yaptığım araştırmalardan şunu gördüm, düzenli yoga yapan kişilerin ideal kilosuna kavuştuğunu yazıyordu. Kilo almakta güçlük çeken kişiler bile düzenli uygulamalarla kilo almış ve ideal kilosuna kavuşmuş.

              Eski deneyimlerimi düşünerek dün şuna karar verdim. Pilates araç gereçlerim gelene kadar boş durmayayım, düzenli yoga ve yürüyüş yapayım. Dün olduğu gibi bugünde kararımı uyguladım. Okuldan sonra 30 dakika yürüyüş yaptım ve hemen ardından 45 dakikalık yoga yaptım.

            Bugünkü tek problemim ara ara ortaya çıkan diz kapağı ağrımın yine nüksetmesi oldu. Hemen buz presi yaptım ve kas gevşetici sürdüm. Hareketleri yaparken de diz kapağımı zorlamamaya özen gösterdim. Hiçbir şeyin beni engellemesini istemiyorum. Yapabildiğim kadar sporumu aksatmamaya özen göstereceğim.

           Sizde benim gibi çok hareketli sporlardan hoşlanmıyorsanız, sakin sakin spor yapmak istiyorsanız size yogayı kesinlikle tavsiye ederim. Sadece spor yapmış olmayacaksınız sağlığınıza da kavuşmuş olacaksınız.

7 Ekim 2014 Salı

Spor ve Beslenme 1

          Müthiş ve güzel bir bayram programından sonra uzun süredir yapmak istediğim bir şeyi sizinle paylaşmak istiyorum.
             Bugün yeni bir etiket oluşturdum: "Spor ve Beslenme Günlüğü". Bunu oluşturmamda ki temel etken kendimi motive etmek aslında. Çok uzun süredir fazla kilolardan şikayetçiydim, ne yapılması gerektiğini biliyordum ( bununla ilgili onlarca kitap okudum diyebilirim) ama bir türlü motive olupta bu yaşam tarzına başlayamıyordum. Bunun en önemli nedenlerinden biri ağır diyet programlarıydı. Bunların hiçbirini uygulamayı düşünmüyorum.
              
           Uzun okuma ve araştırmalarımdan sonra şunlara karar verdim:

  •          Bana uygun olan bir beslenme tarzı oluşturmak: Yani diyet yapmamak, istediğimi yemek ama az yemek. 
  •          Bol bol alkali su içmek, yani karbonatlı ve limonlu su içmek: Kuzinim Başak limonlu su içerek Rosa hastalığını yenmiş. Cildi o kadar güzelleşmişki ben fondöten sürmüş zannettim. Limonlu su içmemdeki tek neden kilo vermek değil vücudu temizlemek ve vücudun alkali seviyesini yükseltmek. Bayramın ilk gününden beri düzenli olarak limonlu su içiyorum. Bardağıma bir limon dilimi atıyorum ve gün boyu suyumu tazaleyerek içiyorum. 
  •            Günlük hareketleri arttırmak: İşte en çok üzerinde durmak istediğim konu bu. Son derece hareketsiz olduğum için son yıllarda çok kilo aldım. Önce yürüyüşlere başlamayı düşünüyorum. Okuldan her çıktığımda en az yirmi-otuz dakika yürümeye karar verdim. Sonrasında da eve gelmeyi ve pilates yapmayı düşünüyorum.Pilatesle ilgili malzemeleri araştırdım internette ve en ekonomik olarak Ebru Şallı'nın sitesini buldum. Hatta pilates setleri var orada, içinde hem CD'leri hem de pilates araç ve gereçleri var. En kapsamlısını seçip sipariş verdim. Siparişlerim gelene kadar ben düzenli yürüyüşlerimi yapacağım.
  •            Günlük olarak yediklerimi ve hareketlerimi burada düzenli olarak yazmak ve paylaşmak: Tabiki amaç kendimi motive etmek. Ama belki sizlerde bana eşlik etmek isteyebilirsiniz. Böylece hep birlikte bir terapi grubu oluşturmuş oluruz. Kilomu buraya yazmayacağım. O bir olumsuzluk diye düşünüyorum. Ben zayıfladığımı sadece kıyafetlerimden anlamak istiyorum. Dolabımda iki beden küçük ve üç beden küçük pantolon ve eteklerim var onlara girmeye başlayınca tartılmayı düşünüyorum. 
          

2 Ekim 2014 Perşembe

Çengelköy Çınaraltı Çay Bahçesi

               İstanbul'da en sevdiğim mekanlardan biri Çengelköy'deki Tarihi Çınaraltı Çay Bahçesi. Denize sıfır olan cafemiz muhteşem bir boğaz manzarasına sahiptir.

       Yılın her mevsiminde muhteşemdir. Karda, yağmurda,siste, soğuk havalarda ve sıcak havalarda hiç farketmez gidebilirisiniz. Özellikle gece manzarasına doyum olmaz.
       

           Çok eskilerde televiyonda Süper Baba diye bir dizi vardı. Bu dizinin kahve sahnelerinde, bu mekan kullanılmıştır.

  
Bu cafeye geldiğinizde mutlaka Çengelköy fırınına uğrayın ve çengelköy simidi alın, sonra herhangi bir markette beyaz peynirinizi alın ve gidin o muhteşem kafeye kahvaltınızı yapın. Son olarak kendinize bir Türk kahvesi söyleyin. Türk kahvesini muhteşem yapıyorlar. Bu muhteşem manzara eşliğinde kahvenizi içerek        İstanbul'un ve Boğaz'ın tadını çıkarın.                                                                                                                                                         

1 Ekim 2014 Çarşamba

Sokrates'ın Savunması



      En son üniversite yıllarında okuduğum bir kitaptı, şimdi soru hazırlamak için yeniden okudum.
       Sokrates İlkçağ filozoflarından, hiç eser yazmamış. O'nun düşüncelerini öğrencilerinden öğrenmekteyiz. En önemli öğrencisi ise Platon'dur. Sokrates'ın Savunması eserini de Platon yazar.
        Sokrates tarihte bilinen ilk düşünce suçlusudur ve düşüncelerinden dolayı idama çarptırılır. Hapishaneye girdikten sonra kaçabileceği halde kaçmaz ve baldıran zehiri içerek yaşamına son verir. İdama çarptırıldığında yetmiş yaşındadır, O'nun deyişiyle zaten ömrünün sonuna yaklaşmıştır.
          Savunması üç bölümden oluşur: İlk bölümde kendisini suçlayanaların görüşlerini tartışıyor; ikinci bölümde cezasını değerlendiriyor; üçüncü ve son bölümde ise kendisine ölüm cezası veren yargıçları eleştiriyor ve ölüm/öteki dünyayla ilgili sorgulamalarını yapıyor.
           Sokrates, kendisinin Tanrılar tarafından görevlendirildiğini görevinin ise insanların kendilerini sorgulamasını sağlamak olduğunu düşünür. İnsanlara bu sorgulamayı yaparken zaman zaman bu kişilerle alay eder. Bu durum pek çok kişiyi rahatsız eder ve sonunda Sokrates'tan şikayetçi olurlar. Sokrates bu şikayetler doğrultusunda "gençlerin kafasını karıştırmak ve Atina'ya yeni Tanrılar getirmek" suçundan idama mahkum edilir. Oysa ne amacı gençlerin kafasını karıştırmaktır ne de Atina'ya yeni Tanrılar getirmektir. Zaman zaman atesit olduğu da vurgulanır. Oysa Sokrates Tanrılara inanmaktadır ve Atina'nın tüm Tanrılarını da kabul etmektedir. Savunmasında aynen şöyle der; "Beni öldürmekle Tanrı'nın yarattığı bir kişiyi öldürmüş olacaksınız, bu, Tanrı'nın buyruğuna karşı gelmek değil midir?"
           Bence idam hangi çağda olursa olsun nerede olursa olsun bir ceza değildir aslında, idam cinayetin ta kendisidir. "İdam" ve "ceza" sözlerinin bir arada kullanılması bu nedenle bana hep saçma gelmiştir. Cezada amaç,  kişiye yaptığının kötü olduğunu göstermek ve bu kişi, gerçek pişmanlığı yaşadığında da topluma yeniden kazandırmaktır. İdamda topluma kazandırmak, yaptığının yanlış olduğunu göstermek gibi amaçlar kesnilikle yoktur. Amaç direk öldürmektir, bir nevi devletin intikam almasıdır. Filozoflar yıllarca bu durumu tartışmışlar pek çok yerde onların çabalarıyla idam kaldırılmıştır. Darısı idam olan diğer ülkelerinde başına diyelim.

Guguk Kuşu


      Guguk Kuşu filmini daha önce televizyonda yarım yamalak izlemiştim. Dün akşam internetten izledim ve çok beğendim. Araya reklam ve başka şahıslar girmeyince, sadece filme konstantre oluyorsunuz böylece filmin daha güzel olduğunu anlıyorsunuz.

   
         1975 yılında yapılan film 1976 yılında 9 dalda Oskar'a aday gösterilmiş. Filmin yapımcılığını Micheal Douglas yapmış ve filmde babası Kirk Douglas'a rol vermediği için baba oğlun arası açılmış. Film, Metallica'nın Welcome Home şarkısına da esin kaynağı olmuş. En ilginç kısım ise film İsveç'te tam 12 yıl sinemalarda gösterilmiş ve en uzun gösterimde kalan film rekorunu kırmış. Gerçi 12 yıl gösterimde kalacak kadar da kaliteli gerçekten. Film 1993 yılında Amerika'nın en önemli eserlerinden biri seçilerek ABD Ulusal Film Arşivinde saklanmaya ve korunmaya başlanmış.


       Şimdi gelelim filmin konusuna: Akıl hastası numarası yaparak güvenliği az olan bir akıl hastanesine geçen bir mahkumun hastanede yaşadığı olaylar anlatılıyor. Aslında amacı hastaneden kaçmak ve Kanada'ya yerleşmektir. Hastanede ki hemşirlerle özelikle baş hemşireyle çok ciddi sorunlar yaşar. Bununla beraber hastanedeki hastalara da çok büyük desteği olur ( bana göre tabi). Mahkumun özgürlüğüne düşkün tavırlarını azaltmak için uygulanan tedavi yöntemi korkunçtu. Elektroşoktan tutun ameliyata kadar olayı büyütüyorlar ve sonunda gayet sağlıklı olan mahkumu ruh hastası durumuna getiriyorlar. Özellikle filmin sonundan çok etkilendim. Hem dün hem de bugün film hiç aklımdan çıkmadı.
           Filmi Milos Forman yönetmiş,  başrollerde ise Jack Nicholson var. Jack Nicholson, film boyunca müthiş bir performans sergiliyor. Aslında hastanede ki hemşire ve hastaları canlandıran kişilerin performansı da süperdi. Filmi bu kadar iyi yapan bence oyunculuklardı. Film tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olarak gösteriliyormuş. Bence bunu hakediyor da.
           İzlemediyseniz bu filmi mutlaka izleyin derim. Bu film, şu ana kadar izlediğim filmler içerisinde en iyi beş filme girecek nitelikte.