30 Eylül 2014 Salı

Günün Şiiri: Aziz Nesin/ Kendime Öğüt






KENDİME ÖĞÜT
Uslanma hiç hep deli kal
Büyüme sakın çocuk kal
Es deli deli böyle kal
Sen harmanında sevdanın
Tüken toz toz savrula kal
Suçüstü bulmalı ölüm
Ölürken de sevdalı kal

Kodin



             Bu sıralar kalın kitaplar okumak istemediğim için, dün kütüphaneme bir göz gezdirdim ve Panait Istrati'nin Kodin kitabını okumaya karar verdim. Daha önce O'nun Angel Dayı romanını okumuştum ve çok beğenmiştim. Arkadaşlarımın tavsiyesiyle dört kitabını birden almıştım bu yazarın. İyiki de almışım, dün başladığım Kodin'i bugün bitirdim.
          Angel Dayı ile ortak noktaları olduğunu keşfettim. Angel Dayı iki bölümden oluşuyordu. Bu ise üç bölümden oluşuyor. Her bölümde asıl kahraman Adrien, Kodin ise Adrien'in ilk bölümündeki arkadaşının ismi. Kitabın arkasını okuduğumda şunu öğrendim: Yazar her kitabında kendi öz yaşam öyküsünden alıntılar yaparmış. Angel Dayı'nın, Dimi Dayı'nın yeğeni aynı kişi yani yazarın kendisi aslında.
         Gelelim bu kitaba; kitap birbiriyle bağlantılı üç bölümden oluşuyor: İlk bölüm Kodin, ikinci bölüm Dimi Dayı ve üçüncü bölüm ise Kir Nicolas.
                    Kodin, kitabımızın asıl kahramanı olan Adrien'in en yakın arkadaşı hatta ilerleyen sayfalarda kankardeşi oluyor. Kankardeş olmalarını okurken midem bulandı, çünkü birbirlerinin kanını emiyorlar. Küçükken böyle bir anım olmuştu ve ben kanı emmedim diye arkadaşım çok bozulmuştu ve benimle küsmüştü, kitap bana anılarımı hatırlattı. Neyse.. Gelelim Kodin'e, çirkin olan Kodin küçükken annesi ve babası tarafından sürekli şiddet uygulanarak büyütülür ve ilerleyen zamanlarda şiddete meyilli bir insan olarak karşımıza çıkar. Annesini dövmesi gerçekten korkunçtu. Ne yazık ki insanlar ne ekiyorlarsa onu biçiyorlar.          
             İkinci bölümünde yazar Dimi Dayı'sıyla yaşadığı anıları anlatır. Dayısının yengesine uyguladığı şiddeti okurken ruhum daraldı. Çünkü Dimi Dayı Kodin gibi bir aileden gelmiyor. Karısına aşık olarak evleniyor, evlendikten sonra sürekli doyurması gereken boğaz sayısı arttıkça hıncını karısından çıkarıyor. Ne salak bir adam bu yaa, sanki kadın çocukları tek başına yapıyor. İşte bundan dolayı Dimi Dayı tüm kadınları kötü olarak görüyor.
         Üçüncü ve son bölümde ise fırıncı Kir Nicola'dan bahsediyor. Bu defa yazarımız O'nun yanında işe başlıyor ve fırıncılığın ne kadar zahmetli bir iş olduğunu anlatıyor. Kir Nicola yaşadığı ülkede azınlık olduğu için sürekli hakarete uğruyor ve aşağılanıyor. Bir ülkede "öteki" olmanın ne kadar zor olduğu anlatılıyor Kir Nicola'nın hikayesinde. Tüm bu kötülüklere rağmen yaşantısını yine de sürdürmek zorunda olan Nicola'nın şu sözleri beni çok etkiledi: "Oysa ben dünyada yaşayanların hepsiyle kardeş olmak isterdim, ama kimse, bunu istemiyor. Kimse iyi olarak doğan birinin, iyi yürekli olmasına yardım etmek istemediği gibi, iyi yürekli doğma şansını elde edemeyen birinin, iyi olmasına da yardımcı olmuyor."
        Panait İstrati'de dikkatimi çeken şey, kahramanlarının acı dolu yaşamları var, çoğu şiddete meyilli  ve bununla birlikte yine de yumuşak kalpliler. Şiddete meyilliler ( bu kitapta Kir Nicola hariç), acı ve yokluk içinde yaşıyorlar, ama hepsi kitabın kahramanı Adrien'e ( bu kişinin yazarın kendisi olduğunu düşünüyorum) karşı son derece yumuşak başlı ve sevgi dolular. Adrien insanların sevgi dolu hallerini açığa çıkaran bir kişi oluyor hep. Bu sayede bizde okurken ne kadar kötü olurlarsa olsunlar kahramanları seviyoruz ve onları bu duruma getiren şartları anlayabiliyoruz.
           Kalın kitap okumak istemiyorsanız, masal tadında hikayeler okumak istiyorsanız Panait Istrati'yi mutlaka okumalısınız.
       

29 Eylül 2014 Pazartesi

Moda Çay Bahçesi

         Moda Çay Bahçesi, bana her gittiğimde iyiki bu şehirde yaşıyorum dedirten bir yer. En olumsuz ruh halimde bile bana yaşama sevinci veren nadir yerlerden biri.


         Burada oturup saatlerce kitap okuyabilirim, eğer arkadaşımla gitmişsem saatlerce sohbet edebilirim. Normalde gittiğim mekanlarda çok uzun süre oturamam, sıkılırım. Sıkılmadan saatlerce oturabildiğim tek mekan burası.
      
        Günün her saatinde ayrı bir güzelliğe büründüğünü düşünüyorum. Sabahı ayrı güzel, akşamı ayrı güzel ve gecesi ayrı güzel. Tek tercih etmediğim zamanlar hafta sonları. O da kötü olduğundan dolayı değil, çok kalabalık olduğundan tercih etmiyorum. Sizde sakinliği tercih ediyorsanız hafta içi gündüz saatlerini tercih etmelisiniz.


Filin Yolculuğu


            Jose Saramago'nun bu yıl okuduğum ikinci kitabı Filin Yolculuğu oldu. Daha önce Körlük kitabını okumuştum ve çok beğenmiştim. Filin Yolculuğu Körlük kitabı kadar olmasa da yine de güzeldi ve okunmaya değerdi.
        Kitap, çevirmeni Pınar Savaş'ın notuyla başlıyor.Notta bu kitabın yazarın son kitabı olduğu hatta yazarın hastalığından dolayı sık sık ara verdiği ve hastanede yazdığı anlatılıyor. Yazar, eşine bu kitabı bitiremeden ölmekten korktuğunu söylemiş. Nitekim sonunda bitirmiş.
      Çevirmen notunda Saramago'nun dilbilgisi kurallarını hiçe sayan bir yazar olduğunu da anlatıyor. Mesela sadece noktadan sonra büyük harf kullanıyor, özel isimlerde kesinlikle büyük harf kullanmıyor. Noktalama işaretlerinden de sadece noktayla virgülü kullanıyor. Benim için en zor kısım ise kahramanların konuşmalarının diyalog formunda vermemesi oldu. Bir anda bir bakıyorsunuz birileri konuşmaya başlamış. İlk sayfalarda daha çok yadırgıyordum sonra sonra bu duruma alıştım.
        Gelelim kitaba: Kitap adı Süleyman olan fille bakıcısının yolculuğunu anlatıyor. Lizbon'dan Viyana'ya doğru yaptıkları bu yolculuğun nedeni ise Portekiz Kralı'nın fili, Roma-Germen İmparatoru'na hediye etmesidir. 16. yüzyıl Avrupa'sında filin yolculuğu halk tarafından çoşku ve merakla karşılanır. Filin bakıcısı Hintli Subhro'dur. Zaman zaman Subhro'nun hikayeleriyle kitabın konusu daha da zenginleştirilmiştir.
           Kitabın okunması yazarın üslubundan dolayı ilk başlarda biraz zor geliyor. Çevirinin ise gerçekten çok iyi olduğunu düşünüyorum.
           Bu kitabı okumamda en önemli etkenlerden biri; Elif  Şafak, son kitabı Ustam ve Ben'i yazarken bu kitaptan esinlendiğini söylemesi oldu. Artık Elif  Şafak'ın kitabını da okuyabilirim.
           Saramago'nun diğer kitaplarını da okuma kararı aldım. Eğer bu yazarı okumak isterseniz Körlük kitabından başlamanızı tavisye ederim. Filin Yolculuğu güzel olsa da Körlük'teki başarıyı yakalayamamış diye düşünüyorum.

27 Eylül 2014 Cumartesi

Uzun Hikaye

        Hem kitabını okudum hem de filmini izledim. Kitabın yazarı Mustafa Kutlu genelde hikayeler yazar. Kesinlikle tavsiye ederim çok güzel kitapları ve hikayeleri var. Tadı damağımda kalan hikayelerinden biri de Uzun Hikaye'ydi.

  
     İnsanlar önce kitabını okur sonra filmini izler. Bende ise durum tam tersi oldu. Bunun önce filmini izledim sonra kitabını okudum. Kitabını okuyunca senaryo da bazı şeylere sadık kalmadıklarını gördüm. Yine de filmi çok beğendim.

           Filmin yönetmeni ve yapımcısı Osman Sınav. Senaristi Yiğit Güralp. Oyuncu kadrosu ise oldukça zengin: Başrollerde Kenan İmirzalıoğlu ve Tuğçe Kazaz  var. Kenan İmirzalıoğlu'nun performansını çok beğendim, Tuğçe Kazaz yanında çok sönük kalmış ( oyunculuğunu hiç beğenmedim, keşke başka birini oynatsalarmış). Filmi tek başına Kenan İmirzalıoğlu götürüyor diyebilirim. Diğer rollerde Altan Erkekli, Güven Kıraç, Zafer Algöz, Mahir Günşiray, Mustafa Alabora ve Cihat Tamer var. Hepsinin oyunculuğu kaliteli olduğu için ortaya da çok kaliteli bir film çıkmış.
         Muhteşem bir aşk ve aile filmi diyebilirim. Film, Bulgaristan göçmeni olan Ali ve Münire'nin aşkıyla başlıyor. Münire'nin ailesi evlenmelerine izin vermeyince iki sevgili kaçarlar. Mutlu bir evlilikleri olur.  Ali'nin adalete ve eşitliğe olan bağlılığı gittiği her yerde sevilmesine ve nefret edilmesine neden olur. Bu da ailenin sık sık yer değiştirmesine neden olur. Filmin çekimleri, Adapazarı, Kütahya, Ayvalık, Altınoluk, Cumalıkızık ve Bursa'da yapılmış. Çekimlere de bayıldım, çok nostaljik bir hava yaratılmış. 
         Filmi izledikten sonra günlerce filmin müziğini dinledim. Bildik bir şarkı;  "Ah Bu Gönül Şarkıları" filmin ana müziği, söyleyen de muhteşem söylemiş. İzlemediyseniz mutlaka izleyin bu filmi, tadı damağınızda kalacak. Etkisinden uzun süre kurtulamayacaksınız. İyi seyirler...


         

24 Eylül 2014 Çarşamba

Erin Brockovich



     Bu film 2000 yılında yayınlanan bir gerçek yaşam öyküsüdür. Baş rollerde Julia Roberts var ve film boyunca performansı gerçekten çok güzel.
        Filmi ilk defa yayınlandığı yıl izlemiştim. Bugün bloğuma yazmak için tekrar izledim.

      Erin, iki defa evlenip boşanmış üç tane çocuğu olan, tahsili olmayan ve geçim sıkıntısı yaşayan bir kadındır. Bir trafik kazası geçirir, kendisine çarpan kişiyi mahkemeye verir. Amacı tazminat almaktır. Tazminatını alamaz çünkü davayı kaybeder. Beş parasız kalınca iş aramaya başlar fakat bulamaz. En sonunda tuttuğu avukatın bürosunda metazori olarak işe başlar. Gerek seksi kıyafetleri gerekse küfürbaz konuşmalarıyla bürodaki insanlar tarafından dışlanır. Gerçi dışlanması onun çok da umurunda değildir.
     Bir emlak davasının dosyasını düzenlemek için alır. Dava çok ilgisini çeker ve günlerce davayla ilgili araştırma yapar. Sonunda davanın basit bir emlak davası olmadığı anlaşılır. Çok büyük bir şirketin atık suları pek çok ailenin kanser olmasına neden olmuştur. Davayı kazanırlar ve insanlara çok yüklü miktarlarda tazminat ödetirler. Bu dava, Amerikan tarihinin en yüksek tazminat davası olarak tarihe geçmiş.
      Türkiye 'de olsa kesin şirket kazanırdı. Dava açanlarda terörist ilan edilirdi herhalde. Amerika'yı sevmem ama en azından davalarında adiller diye düşünüyorum. Eğer izlemediyseniz filmi izlemenizi tavsiye ederim. İkinci kez izlememe rağmen yine aynı tadı aldım. İyi seyirler dilerim...
   

Bay Evet


       2008 yılında yayınlanan filmin baş rolünde çok sevdiğim ve beğenerek izlediğim Jim Carrey var. Filmin yönetmeni Peyton Reed, öykü yazarı ise Danny Wallace.
    Eskibir film olduğu için belki izlemiş olabilirsiniz. Ben iki kere izledim bu filmi. Eğlenceli ve pozitif bir mesaj içerdiği için sıkıntılı zamanlarımda bana ilaç gibi geliyor bu film.

 
    Filmde eşinden boşanan, asosyal bir bankacıyı canlandıran Jim Carrey son derece de negatiftir. Bütün zamanını evinde film izleyerek geçiren bir kişidir. Derken bir seminere katılır ve bu seminerde bundan sonra herşeye "evet" diyeceğine dair söz verir. Bu seminerden sonra hayatı 180 derece değişir. Artık hem asosyal değildir, hem başarılı bir bankacıdır hem de aşık bir insandır.
        Çok eğlenceli bir komedi. Kendinizi kötü hissetttiğinizde bu filmi izlemenizi tavsiye ederim. Emin olun filmi izledikten Jim Carrey'nin pozitifliği size de geçecek. İyi seyirler...

23 Eylül 2014 Salı

Beyoğlu'nun En Güzel Abisi



           Ahmet Ümit'in sanırım tüm kitaplarını okudum. İçlerinden en çok İstanbul Hatırası ve Patasana'yı beğendim. Kavim ve Kukla'da güzeldi. Beyoğlu'nun En Güzel Abisi kitabını bu sıralamada yukarıdaki kitaplardan sonraya bırakırım herhalde. Ama yine de Nevzat Komiser'i yeniden görmek ve okumak gerçekten güzeldi. Özlemişim Çilingir Sofrası'nın sevimli komiserini.
       Kitap her zamanki gibi bir cinayet romanı ve cinayetle başlıyor. Kitapta hem 6-7 Eylül olaylarını hem de az olmakla birlikte Gezi olaylarını okuyorsunuz. Tabiki Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki pavyonları, konsomatrisleri, dernekleri... kısacası iyisiyle kötüsüyle herşeyini okuyorsunuz.
           Bu kitabı diğerlerinden ayıran en önemli özellik Ahmet Ümit'in kendisini de kitabın bir kahramanı haline getirmesi olmuş. Çok da hoş olmuş bence. Düşünsenize yazmış olduğu karakter yani Nevzat Komiser yazarını beğenmiyor. Hoşuma gitti gerçekten; kahramanın yazara başkaldırışı. Bunun bir benzerini Sofi'nin Dünyası'nda da okumuştum. Kitabın sonunda ise kitabın yazarı Nevzat Komiser'e kitap hediye ediyor. Kitabın adı "Beyoğlu'nun En Güzel Abisi". Güzel bir son nokta olmuş. Şimdi bana kızabilirsiniz kitabın sonunu neden söylüyorsun diye. Haklısınız ama en önemli şeyi söylemedim. Katil kim? Hala bilmiyorsunuz öğrenmek istiyorsanız kitabı okumalısınız.

Dünya Ağrısı


     Geçen yaz başında Simurg kitap okuma grubumuzla seçtiğimiz kitap Ayfer Tunç'a ait Dünya Ağrısı kitabıydı. Daha önce Ayfer Tunç'a ait olan iki kitap okumuştum. Bunlardan biri Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek diğeri ise Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi adlı kitaplarıydı. Bir edebiyat eleştirmeni değilim tabiki sadece kendimce fikirlerimi yazıyorum; okuduğum her iki kitabı da beğenmemiştim. Çok beğendiğim kitapları kütüphanemde tutar ara ara sayfalarını karıştırırım. Beğenmediklerimi ise çalıştığım okulların kütüphanelerine hediye ederim. Bu iki kitapta okula kütüphanelerine gidecek, öyle görünüyor.
              Gelelim Dünya Ağrısı kitabına bu benim kütüphanemde kalacak bir kitap. Yani beğendim, sorgulamalarını beğendim, kitabın kahramanlarını beğendim. Her ne kadar hayata kötümser gözlerle baksalar da yaşadıkları ve düşündükleri etkiledi beni. Yazarın kalemini bu kitapta daha çok beğendim. Topu topu üç kitabını okudum sanki sürekli daha iyi şeyler yazan yazar izlenimi bıraktı bende. Bundan önce yazdıklarını okumayı düşünmüyorum ama bundan sonra yazacağı kitapları okuyacağım.
           Kitapta Mürşit karakterine kızmakla beraber yaşadığı hayattan taviz vermeyen tarafını çok beğendim. İnsanlara bakışını, artık normalleşmiş olan yozluklara gösterdiği tepkiyi çok sevdim. Mürşit babasının kurmuş olduğu oteli işletmek zorunda olan, aile reisliği yapmak zorunda olan, ailesini ve çevresindekileri memnun etmek zorunda olan, zorunda, zorunda zorunda...sürekli bu duyguyla yaşayan bir kişi. Herhangi bir zorundalık hissetmeden sohbet etmekten hoşlandığı tek kişi otelinde kalan Madenci. Sohbetleri zaman zaman bana sıkıcı gelsede yine de okumaktan çok keyif aldım. Küçük şehirlerde yaşamanın zor hallerine de değinmiş yazarımız. Mesela sevdiğim ve işaretlediğim yerlerden birini sizinle de paylaşmak istiyorum:
           “.....böyle bir şehirde sır saklamanın imkânsız olduğunun farkında değil. öğrenecek elbet, bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek. babamın oğlu o olmalıydı diye düşünüyor, ben, oğlum gibi bir oğul olsaydım babam mutlu ölürdü; oğlum babamın istediği gibi bir oğul olduğu için ben mutsuz öleceğim.”
            Yazar bence bu kitabı yazarken Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli'nden de esinlenmiş olabilir. Zaman zaman okuduklarım bana Anayurt Oteli'ni çağrıştırdı. Esinlenmeler ve benzerlikler beni rahatsız etmiyor. Hani edebiyat dergileri ya da eleştirmenleri bu tür benzerlikleri çok eleştirirler, onları da anlamam aynı olayı ya da benzer olayı her yazar kendine has üslubuyla yazabilir diye düşünüyorum. Son olarak kitabı okumanızı tavsiye ederim.
           

22 Eylül 2014 Pazartesi

Bozcaada Çiçek Pastanesi

                

              Şimdi Bozcaada'dan bahsetmişken burayı atlamak istemedim. Adanın en güzel pastanelerinden biridir. Tüm ürünler hem taze hem de çok lezzetli. İstediğinizi alabilirsiniz emin olun çok seveceksiniz.
 

                 Özellikle sakızlı kurabiyelerini almanızı tavsiye ederim. Kahvenin ya da çayın yanında harika oluyor. Buranın ekmeğini ve simidini de ben beğeniyorum. Şimdiden afiyet olsun.






 

Bozcaada Çınaraltı Cafe

                   
                        Bozcaada'ya yolunuz düşerse mutlaka bu cafeye uğrayın ve tabiki Türk Kahvesi için. Emin olun sonra bana teşekkür edeceksiniz. Yolu da size hemen tarif edeyim. İskeleden indiğinizde yukarı doğru yürüyün zaten kahve kokusunu duymaya başlayacaksınız. Sağda çınarı gördüğünüzde Cafe'yi de bulmuşsunuz demektir. Yine de emin değilseniz birine sorabilirsiniz.



                    Bu cafede en çok beğendiğim şey kahveyi sunuş biçimleri. Kahvenizin yanına puro, çikolata ya da kurabiye, likör ve su mutlaka veriliyor. Siz isteseniz de istemeseniz de hepsi masaya geliyor. Likörleri de en az kahveleri kadar güzel, içmenizi tavsiye ederim. Ben gittiğimde çikolata yerine kurabiye yemiştim. Hem tazeydi hem de lezzetliydi. Sigarayı bıraktığım için korkumdan puroyu içmedim ama gözüm kalmadı da değil.
                   Cafenin garsonlarına da buradan teşekkür etmek istiyorum. Hem çok ilgililer hem de çok güzleryüzlüler. İşini severek yapan insanlara bayılıyorum. Keşke herkes işini sevse, inanın bana hayat bambaşka olurdu.



     

Körlük



           Yazın okuduğum kitaplardan bir diğer ise Jose Saramago'nun yazmış olduğu Körlük romanıydı. Beğendiklerim listesine eklediğim romanlardan biri oldu.

             Kitapta; bir anda tüm şehrin bir salgına yakalanarak kör olmasından bahsediliyor. Koca şehirde tek bir kişi kör değildir; o da göz doktorunun karısıdır. Kitapta insanların neden kör olduklarına dair herhangi bir açıklama yok. Kitap boyunca neden kör olduklarını merak edip durdum ve kitap sonunda anladım ki körlük aslında bir metafor olarak kullanılıyor.
                Pek çok şeyi sorgulayabiliyorsunuz bu kitapta. Mesela körlükle beraber ortaya çıkan ahlaki çöküş gibi, ya da  yine körlükle beraber oluşan mülkiyetsizlik duygusu gibi. İnsanlar kitap boyunca sadece hayatta kalma çabası içersindeler. Pislik içinde ve açlık içinde yaşıyorlar. Kitabın sonunda ise salgın bitiyor birdenbire insanlar görmeye başlıyorlar. Kitapta dikkatimi çeken bir diğer şey ise kişilerin isimlerinin olmaması. Daha çok ünvanlarıyla anılıyorlar; doktor, doktorun karısı, taksi şoförü, hırsız...gibi. Çünkü böyle bir durumda isimlerin de anlamı kalmıyor, kimliklerin de. Bence ünvanlarının verilmesinin nedeni ise konu ve karakterlerin karışmaması için.
                Bu arada yazmayı unuttum: İnsanların yakalandıkları körlük beyaz körlük. Sürekli aydınlık içindeler, bu da onları çok rahatsız ediyor. Düşünsenize uyumak istiyorsunuz her yer bembeyaz. 
            Son olarak şunu söyleyebilirim. Bu yazarı sevdim ve diğer kitaplarını da okumaya karar verdim. Dilerim diğer kitapları da severim.
               

Bir Dönem İki Kadın


Haziran ayından bu yana bloğumu yazmadım. Çünkü son dakikada aldığım  kararla yazlığa laptop'ımı götrümedim. Amacım daha çok okumaktı. Eğer internet bağlantısı olsaydı yazlıkta da tıpkı burada olduğu gibi vaktimin çoğunu internet başında geçirecektim. Bence verdiğim karar çok yerinde oldu.                                                              



                    Şimdi gelelim yazın okuduğum kitaplara: Bu yaz okuduğum kitaplar içersinde en çok sevdiğim kitap iki harika kadının söyleşisinden oluşan Bir Dönem İki Kadın kitabıydı. Hem kendi hayatlarını hem de Türkiye'nin yakın geçmişinde yaşanan olayları yani 12 Eylül öncesi yaşanan olayları anlatmışlardı. Yazı puntoları küçük olmasına rağmen çok büyük keyifle okudum ve kitap bitmesin istedim. Simurg sayesinde Oya Baydar'la tanışma ve sohbet etme fırsatım olmuştu. Bu kitabı okuyunca Melek Ulagay'la da tanışmak ve sohbet etmek istedim, dilerim olur.                                                                                                                                                 



 Müthiş kadınlar ve müthiş hayatlar hatta şöyle de diyebiliriz iki sıradışı kadının sıradışı hayatları.
Kitap her ikisinin aile kökenlerini anlatmalarıyla başlıyor. Sonra örgüt üyelikleri, örgüt çalışmaları, darbeyle başlayan sürgün hayatları derken şu an yaptıkları ve yaşadıkları hayatla kitap sona eriyor. Hem şaşırıyorsunuz, hem kızıyorsunuz, hem hayranlık duyuyorsunuz hem de imreniyorsunuz bu iki kadına ve tabiki yaşadıklarına.
           Hayat hikayelerini okumaktan keyif alıyorsanız bence bu kitabı mutlaka okumalısınız. İyiki okumuşum dediğim kitapların arasında bu kitap ilk beşi zorlayabilir. Okuyacaklara şimdiden iyi okumalar diliyorum....