27 Haziran 2014 Cuma

Martin Eden


     Jack London'ı çok duymama  rağmen bir türlü okuma fırsatım olmamıştı. Kısmet bugünlereymiş. Amerikalı olan Jack London'ın pek çok kitabı var; ben Martin Eden'den okumaya başladım. İyiki bu kitaptan başlamışım çünkü yazarın kendi hayatıyla örtüştürdüğü yarı otobiyografik bir roman olarak geçiyor.
     Kitabın ana kahramanı kitabın ismi de olan Martin Eden. Kendisi bir denizci, bilgiye aç bir denizci ama maddi sıkıntıardan dolayı okula gidemeyen bir kişi aynı zamanda. Ruth Morse Martin'in aşık olduğu kadındır fakat birbirlerinden yaşam biçimi olarak çok farklı bir hayat yaşamaktadırlar: Ruth yüksek tahsili olan bir kişidir, Martin'in ise lise diploması dahi yoktur. Ruth yüksek sosyeteye ait bir kişidir, Martin ise sürekli geçim derdi yaşayan bir denizcidir. Ruth ne kadar kibarsa Martin'de o kadar kabadır. Kitap boyunca Martin'in Ruth'un aşkıyla kendine çeki düzen vermesine, bilgisizliğini gidermeye çalışmasına ve okuma sevdasına tanık olursunuz. Bilgiye o kadar açtır ki eline geçirdiği her kitabı; şiir, deneme, roman, felsefe ve bilimle ilgili ne geçerse okur ve kendisine bir dünya görüşü oluşturur.  Bir yandan da yazar olma hayalleri kurar. Şiirler, denemeler ve öyküler yazar fakat yazdığı tüm eserler gönderdiği gazete ve dergilerce sürekli olarak reddedilir. Okumak ve yazmakla geçirdiği zamanda çalışmadığı için çok ciddi para sıkıntısı çeker hatta günlerce aç dolaşır. Bu açlık ve sefalet durumunu okurken ister istemez aklıma Kunt Hamsun'un "Açlık" kitabı geldi. Yaşadıkları hemen hemen birbirleriyle aynıydı.
           Martin bir yandan yazar olma hayali kurarken bir yandan da Ruth'la evlilik hazırlıkları yapar çünkü artık ikisi nişanlanmıştır. Aşkları güzel olmasına güzeldir ama Ruth'un evliliklerine dair ciddi kaygıları vardır. Çünkü Martin, herhangi bir işe girip çalışmadığı gibi, yazar olma sevdasına yakalanarak zamanının çoğunu yazmak ve okumakla geçirmeye başlamıştır. Tüm yazdıklarını nişanlısıyla da paylaşır. Ruth yazdıklarını çok beğenmesine rağmen geçim sıkıntısı yaşayacakları korkusuyla Martin'i başka işlerde çalışmaya zorlar. Kırılma noktasına gelen nişanlılıkları Martin'in yazar olma inadı yüzünden sona erer.
          Nişanlısı tarafından terkedilen Martin büyük bir duygusal travma yaşar. İşte tam o sırada dergiler ve gazeteler onun tüm yazdıklarını yayımlamaya başlarlar hatta yazdığı kitap yayınevi tarafından iki-üç baskı yapar. Martin artık ünlü bir yazar olmuştur; hatta hem ünlü hem de zengindir. Bu ün onun etrafını insanlarla doldurur bu durum Martin'in midesini daha da bulandırır. Aç kaldığı dönemlerde selam dahi vermeyen kişiler O'nu sürekli yemeğe davet ederler. Hatta Ruth'un ailesi bile Martin'le görüşmek istemiştir.
           Martin ünlü olmuştur, zengin olmuştur ama insanlara olan sevgisi ve saygısı da bitmiştir. İşin kötü yanı edebiyatla ilgili beklentisi de bitmiştir. Artık yaşamak O'na zevk değil acı vermeye başlamıştır. Ruth'un Martin'e geri dönmek istemesi bile artık Martin için bir anlam ifade etmemektedir. Bu boşluk ve hayal kırıklığı bir denizci olan Martin'i yine denizlere geri götürmüştür. Çıktığı deniz seyahatinde oraya da ait olmadığını anlayan Martin tam bir yıkıma uğrar ve bu yıkım,  O'nun hayatına son vermesine neden olur.
           Yazımın başında da söylemiştim yarı otobiyografik bir roman diye. Martin Eden'i intihara sürükleyen hayal kırıklıkları Jack London'ın da yaşamış olduğu sıkıntılardır. Fakat kendisi intihara kalkışmamıştır. Martin Eden'in neden öldüğünü ise yazar şöyle açıklamıştır:

        "Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyciydi, bense bir Sosyalist. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenden Martin Eden öldü.
    ....Bu kitap bireyciliğe bir saldırıdır. Martin Eden başklarının ihtiyaçlarının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. Hayalleri kaybolduğunda, uğruna yaşayacağı hiçbir ey kalmaz."

26 Haziran 2014 Perşembe

Kitap listem

          Bu yaz okuyacağım kitaplarım. Bakınca bile heyecan duyuyorum. Yazı yine dolu dolu geçireceğim. Pek tabi okudukça da sizlerle paylaşacağım.


            Veeee cumartesiden itibaren bloğumu Çanakkale'de yazmaya devam edeceğim. İstanbul'dan sonra şu ülkede en çok sevdiğim ikinci şehir Çanakkale. Halkını seviyorum, boğazını seviyorum, balığını seviyorum, denizini seviyorum, doğasını seviyorum... Tek acı veren yanı tarihi. O  topraklarda yatan yerli yabancı tüm şehitlerin önünde saygıyla eğiliyorum. Atatürk'ün de dediği gibi "onlarda artık bu vatanın evlatları".
           



Yüzyıllık Yalnızlık



        Marquez'in okuduğum ikinci kitabı.Birincisi Kırmızı Pazartesi'ydi. İki kitabın tarzları birbirinden çok farklı. Kırmızı Pazartesi tamamen gerçekçi bir kitaptı, hatta hikayesi de Marquez'in çocukluğunun geçtiği kasabada gerçekleşen bir olaymış. Yüzyıllık Yalnızlık ise adına "Büyülü Gerçeklik" adı verilen masalsı ve şiirsel bir kitap.

        Kitaplarına kendi hayatlarından kesitler koyan Marquez,  Yüzyıllık Yalnızlık kitabında da kendi ailesinden kesitler vermiş. Kitap çok kalabalık bir aileyi anlatıyor; Buendia Ailesi.  Kitabın ilk sayfası ailenin soyağacıyla başlıyor, ailedeki kişilerin isimleri ise genelde aynı. Örneğin babanın ismi oğula veriliyor annenin ismi kızlara ve torunlara veriliyor. Bu yönden baktığımızda Türk toplumuna çok benziyor. Bizde de örneğin anne babaların isimleri torunlara koyulabiliyor.

       Marquez'in çocukluğu Buendia Ailesi gibi kalabalık bir ailede geçmiş. Büyükanne, büyükbaba ve bolca teyzesi varmış. Sürekli dedikodular, büyüler, söylentiler içinde büyüyen Marquez bunları Yüyıllık Yalnızlık kitabına da aktarmış. Çocukluk ve gençlik dönemlerine denk gelen iç savaşları da kitabına yansıtmış.

           Kitabı okurken masal okuyormuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Çok güzel, akıcı ve şiirsel bir anlatımı var. Bu açıdan okurken büyük keyif aldım. Bu arada Marquez'de kendisine "masal uydurucusu" adını vermiş. Doğrusunu isterseniz bu lakap O'na çok yakışmış.Tabi masal derken şunu da eklemekte fayda var: Kitabın  içinde pek çok tarihsel bilgiyle de karşılaşıyorsunuz. Belki bundan dolayı kitabına "Büyülü Gerçeklik" içeren bir kitaptır, denmiş olabilir. Çünkü bu kitapta hem gerçeği hem de büyüyü bulabiliyosunuz. Hatta kitabı okurken bu gerçek olabilir mi diye Google'dan araştırma dahi yaptım. Tarih ve anlaşmalarla ilgili bilgilerin gerçek olduğunu gördüm.

          Daha önce Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm kitabını okumuştum. Marguez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabının ilk yüz sayfasını okurken Latife Tekin'in Marquez'den etkilendiğini ya da esinlendiğini farkettim. Bence iyi ki etkilenmiş. Çünkü Sevgili Arsız Ölüm'de Yüzyıllık Yalnızlık kadar güzel bir kitap. O da şiir tadında bir masal.

         Marquez'in tüm kitaplarını okumaya karar verdim. Sırada Kolera Günlerinde Aşk kitabı olacak. Size de her iki kitabı okumanızı tavsiye ederim. Yüzyıllık Yalnızlık kitabı için büyükler için yazılmış bir masal kitabı diyebilirim. Masalları özlediyseniz mutlaka bu kitabı okuyun derim...


23 Haziran 2014 Pazartesi

Bir Hıristiyan Masalı

                 Thyke kitap grubumuzun haziran ayı kitabı Mine Kırıkkanat'ın Bir Hıristiyan Masalı adlı kitabıydı. Hıristiyanlıkta Konstantin'in vasiyeti adı altında yayınlanan sahte bir belgenin tarihte nelere yol açtığını ve bu sahte belgenin gerek din adamları gerekse siyaset adamları tarafından nasıl kullanıldığını anlatan bir kitap.


          Kitabı okurken İstanbul'un hıristiyanlar için ne kadar önemli bir rol oynadığını görüyorsunuz. Hatta belki ilerde sırf bu yüzden İstanbul'un, çeşitli tehliklerle ya da fırsatlarla karşılaşabileceğini de anlıyorsunuz. Katolikler içinVatikan neyse Ortodokslar için de İstanbul o. Aslında Türkiye bu durumu fırsata çevirebilir diyor yazar. Ama bu ülke ne zaman tarihini bildi ki fırsatları da değerlendirsin. Bilmediği için fırsat felakete de yol açabilir yani güzel İstanbul'umuz bizim olmaktan çıkabilir de -ki kuzeyde Rusya böyle bir tehlike yaratabilir diyor yazar. Çok da şaşmamak lazım çünkü tarihe baktığımızda Rusya'nın hep sıcak denizlerde dolayısıyla da anadolu topraklarında gözü olduğunu çok iyi biliyoruz.
        Kitapta beni en çok etkileyen şey ( belki İstanbul'a olan sevgimden dolayı) İstanbul'un Roma İmparatorluğu sırasında yaşadığı yalnızlık ve çaresizlik oldu. Gerek 1. Haçlı Sefer'inde uğradığı yıkım ve felaket gerekse İstanbul'un fethi sırasında yaşadığı çaresizlik çok üzdü beni. Hatta son imparator Konstantin'in askerleriyle birlikte cephede savaştığı cesedinin ise bulunamadığı söylenir. Büyük bir olasılıkla askerleriyle birlikte toplu bir mezarın içinde olduğu düşünülüyor. Yapayalnız kalan ve kanının son damlasına kadar da savaşan bir imparator. Hem cesur hem yalnız hem de acınacak halde...
         Kitabın son bölümünde ise Doğu Roma İmparatorluğu'na neden Bizans İmparatorluğu adının verildiğini öğrendim. Doğrusunu isterseniz bilmediğim bir bilgiydi beni çok şaşırttı. Batı, koskoca Roma İmparatorluğu'nun Türkler tarafından yenilmesini hazmedememiş, hele hele İstanbul'un müslümanların eline geçişini sindirememiş, yaşadıkları büyük travmayı azaltabilmek için Doğu Roma İmparatorluğu'nun adını Bizans İmparatorluğu olarak değiştirmiş. Böylece Türkler Roma İmparatorluğu'nu değil Bizans'ı yıkmış olmuş. Hem trajik hem de komik ama gerçek bu.
        Mine Kırıkkanat'ı ilk kez okuyorum. Kalemini çok beğendim, diğer kitaplarını da okumaya karar verdim.
       Araştırma kitapları okumaktan zevk alıyorsanız size bu kitabı önerebilirim. Bu arada dili son derece akıcı ve rahat okunan bir kitap.

22 Haziran 2014 Pazar

Kış Uykusu

            Bu hafta sonunu dolu dolu geçirdim diyebilirim. Cuma akşam Üst Kattaki Terörist oyununa gitmiştim,  cumartesi akşam ise Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu filmini izlemeye gittim. Oldukça uzun bir film. Ben saat 19 seansına gittim ve sanırım 22.30'da da film bitti.

          Öncelikle filmin çekimlerini çok beğendim. Kapadokya'da çekilmiş ve görüntüler hayranlık uyandıracak kadar güzeldi. Konusu ise,  Kapadokya'da bir otelin sahibi olan kişilerin  (iki kardeş ve bir eşten oluşuyor) yaşadıkları anlatılıyor. Filmin başrollerinde Haluk Bilginer, Melisa Sözen ve Demet Akbağ yer alıyor. Filmdeki konuşmaları ve sorgulamaları, özellikle "kötülük" üzerine yapılan sorgulamayı çok beğendim. Aslında film izler gibi değil de sanki roman okur gibi hissediyor insan kendini.
          İnsanların birbirleriyle yaşadıkları sorunlar açısından bakıldığında filmin konusu bize hiç de yabancı gelmiyor. Çünkü günlük yaşamda insan ilişkilerinde karşılaşılan problemlere değinilmiş. Hepimizin hayatında olan şeyler bu problemler. Ama problemleri konuşmaları, çözmeye çalışmaları sırasında yaptıkları konuşmaları daha felsefi buldum. Burada kahramanların canlandırdıkları roller çok önemli tabi. Biri eski bir aktörü diğeri ise bir kitap çevirmenini canlandırıyor. Konuşmalar da doğal olarak daha entellektüel bir hale bürünüyor.
         Filmden çıktığımda bu filmin, ödül almasına şaşırmadım, hatta aldığı ödülü sonuna kadar  hakketiğini de düşünüyorum. Nuri Bilge Ceylan'ı tekrar tebrik ediyorum.
          Uzun olsa dahi izlemenizi ısrarla tavsiye ediyorum...

21 Haziran 2014 Cumartesi

Üst Kattaki Terörist

            Bu sezonu harika bir oyunla kapattım. Oyunun yazarı Emrah Serbes, yönetmeni Sami Berat Marcalı, oyuncuları ise; Denizhan Akbaba, Banu Çiçek Barutçugil, Gözde Kocaoğlu ve Bedir Bedir. 70 dakika ve tek perdelik bir oyun.
          Oyunun en kilit rolü afişte  gördüğünüz küçük oyuncu. Küçük olmasına bakmayın çünkü sahnede çok büyük bir performans sergiliyor. Beklentimin çok üstünde bir oyunculuğa sahipti, kendisini tebrik ediyorum. Eğer tiyatroyu bırakmazsa ilerde çok büyük işlere imza atacağına inanıyorum. Diğer oyuncular da tek kelimeyle süperdi.
          Oyunun konusu ise Türkiye'nin kanayan yarası Türklük-Kürtlük çatışması. Küçük oyuncumuz, abisi askerliğini yaparken mayına basarak şehit olan bir kardeşi canlandırmaktadır. Abisinden dolayı tüm Kürtlerden nefret eden onları terörist ilan eden aşırı milliyetçi bir çocuk olur. Ta ki üst katına bir Kürt öğrenci taşınana kadar. Onunla kurduğu arkadaşlık zamanla içindeki buzların erimesini sağlar ve yerini dostluğa bırakır. Aslında niyeti arkadaşlık yapmak değil o kişiyi öldürmektir fakat işler hiç de planladığı gibi gitmez.
          Bu oyunun önümüzdeki yıl da  oynamaya devam edeceğini düşünüyorum. Seneye mutlaka ama mutlaka izleyin, kaçırmayın bu güzel oyunu...



10 Haziran 2014 Salı

Günün Şiiri: Didem Madak/ Siz Aşktan N'anlarsınız Bayım?

 Didem Madak benim çok geç farkettiğim şairlerden biri oldu. Şiirlerine bayıldım. Hepsi birbirinden güzel. Okumanızı tavsiye ederim. Bu arada çok genç yaşta vefat etmeiş bu da ayrıca çok üzücü...



 Siz Aşktan N'anlarsınız Bayım?

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadımHayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım...
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmayı
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başınıevcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!

Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucundaÖyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!

7 Haziran 2014 Cumartesi

Her Yıl Kuşlar Geri Gelir


       Çarşamba günü Oyun Atölyesi'nde izlediğim tek perdelik bir oyundu. Oyun kısa bir filmle başlıyor. Bu filmde yıkılan binaları izliyorsunuz. İzlerken dehşete kapıldım çünkü bana depremi anımsattı. Ama filmin konusu deprem değildi. Yıkılıp yeniden yapılan binalardan bahsediliyordu.
        Oyunda Ned bir yıkım uzmanıdır. Eskiyen binaların yıkılmasını ve yerine yeni binaların yapılmasını sağlar. Oyun üç kişilik bir oyun. Ned, eşi ve komşusu. Bir yandan binalar yıkılırken bence bir yandan da evlilikler yıkılıyor. Oyun boyunca sürekli ortadana kaybolan eşyaların gizemiyle de karşı karşıya kalıyorsunuz.
        Aslında konu ve oyunculuk çok iyi olmasına rağmen oyun istediği başarıyı yakalayamıyor. Ne yazık ki oyunu izlerken çok sıkıldım. Hatta pek çok kişi oyun devam ederken oyunu terketti. Tek perdelik bir oyun olduğu için insanlar sanırım sonuna kadar katlanmak istemedi. "Katlanmak" sözcüğünü abartılı bulmuyorum çünkü ben de katlananlardan biriydim. Bence oyun vermek istediği mesajı da veremiyor. Bu yıl izlediğim en sıkıcı oyundu diyebilirim.
           Son olarak oyunun yazarı İngiliz yazar, Jez Butterworth. Çeviren ve oyunu yöneten kişi ise Ahmet Levendoğlu. Oyun tek perdelik bir oyun.

Kırmızı Pazartesi


         Soma Faciası psikolojimi bozduğu için kitaplara konsantre olamıyordum. Hatta bu dönemde başladığım bütün kitapları yarıda bıraktım, bazılarını da bir iki sayfa okuyup kütüphaneye kaldırdım.
          Bugün Kırmızı Pazartesi kitabıyla bir deneme daha yaptım. Açıkcası kitaba başlarken yine okuyamayacağım ve bir kenara atacağımı düşünmüştüm ama tam tersi oldu. Bir solukta okudum kitabı. Toplam 107 sayfa olduğu için hemen bitiverdi kitap. Marquez'in ününü hep duymuşumdur ama bir türlü kitaplarını okuyamamıştım. Bu kitapla neden bu kadar ünlü olduğunu ve değerli olduğunu anladım. Müthiş bir kitaptı ve çok etkileyiciydi. Aslında bu kitabın, kitap gruplarında okunması ve üzerinde uzun uzun tartışılması gerekiyor. Çünkü kitabın içeriği son derece dolu.
        Kitap namus cinayetinden bahsediyor. Bir kasabada cinayet işleneceği bilinmesine rağmen kimsenin hiç bir şey yapmadığını adeta cineyeti film izler gibi izlediği anlatılıyor kitapta. Ülkemiz için konusu uzak değil. Türkiye'de de ne yazık ki namus adında cinayetler işleniyor ve tıpkı bu kitaptaki gibi herkesin gözünün önünde işleniyor ve kimse bir tepki vermiyor. Hatta tepki vermek bir kenara olayı son derece de doğru buluyorlar, tıpkı Marquez'in kitabında olduğu gibi. Kitapta; insanların bir kısmının, cinayetin işleneceğine inanmaması bir kısmının da namus söz konusu olduğu için işlenmesi gerektiğini düşünmesi bir kişinin hayatına mal oluyor. Göz göre göre bir insan bir hiç uğruna öldürülüyor. Bu arada kitapta namus cinayetine kurban giden kişinin masum olduğunu da sonradan anlıyorsunuz. Yıllar sonra insanlar sanki böyle bir cinayet işlenmemiş gibi hayatına devam ediyorlar.
           Kitapta; Türkiye ile Güney Amerika ( sanırım Meksika)  arasında iki ortak nokta yakaladım: Birincisi; kadınların bekareti her iki toplumda da önemli ve namus olarak görülüyor ve bu uğurda cinayetler işleniyor. İkincisi ise; Onlarda da tıpkı bizde ki gibi zifaf gecesinden sonra çarşaf gösteriliyor. Buna çok şaşırdım sadece Orta Doğu'ya ait bir özellik zannediyordum.
         Kitap son derece sarsıcı ifadelerle dolu. Akıcı bir dil kullanılmış. Mutlaka ama mutlaka bu kitabı okuyun derim.