28 Mayıs 2014 Çarşamba

Hürrem Sultan


        Dün akşam Süreyya Operası'nda izlediğim muhteşem bir gösteriydi. İyiki gitmişim ve iyiki izlemişim. Locada izlediğim için kısıtlı bir görüşe sahiptim ama yine de gösterinin yüzde doksanını rahat izledim diyebilirim.
     Konu bilindik bir konu Hürrem Sultan'ı anlatıyor. Şehzade Mustafa'nın ölümüyle de gösteri sona eriyor. Aşkı, seksi, acıyı ve ölümü dansla anlatmak müthiş bir şey. Sanatçılara hayran kaldım: Mimikleri enerjileri çok etkileyiciydi. Seneye sahnelenir mi bilmem ama eğer sahnelenirse kesinlikle kaçırmayın derim.

Kim Korkar Hain Kurttan


        Hafta sonu Oyun Atölyesi'ndeydim.İzlediğim oyunu Edward Albee yazmış ve Hira Tekindor yönetmiş. Oyuncular ise Zerrin Tekindor, Tardu Flordun, Nilperi Şahinkaya ve Şükrü Özyıldız'dı.
        Kim Korkar Hain Kurttan oyunu üç perdelik ve 135 dakikalık bir oyun. Oyun Martha ve George'un artık yıkılmaya yüz tutmuş evliliğini anlatıyor. Birbiriyle olamayan ama birbirinden ayrılamayan bir çifti izledik. Aslında çevremizde bu şekilde pek çok ilişki ve evlilik var. Türkiye'de hayatlarını birbirine zindan eden pek çok karı koca var. Ayrılmıyorlar ve hatta birbirlerine yaşamı zorlaştırmak için sürekli çaba sarfediyorlar. Yani anlayacağınız Türkiye'de bol miktarda Martha ve George'lar var.
        Ben kadın-erkek ilişkisini konu edinen ve sadece bunu anlatan şeylerden pek hoşlanmıyorum. Sadece aşka veya ilişkiye endeksli şeyler bana sıkıcı geliyor. Eğer bir aşk kitabı okuyacaksam, bu kitap pek çok şey içermeli ve bana bir şeyler katmalı. İşte bu nedenle bu oyun bana son derece sıkıcı geldi ve beğenmedim. Ama oyunculuklar süperdi. Özellikle Zerrin Tekindor'a hayran kaldım. O'nu sahnede ilk kez izledim ve müthiş etkilendim. Türkiye böyle sanatçılara sahip olduğu için çok şanslı tabi biz izleyiciler de çok şanslıyız. Tardu Flordun'u da çok beğendim. Fakat diğer iki sanatçı için aynı şeyi ne yazık ki söyleyemeyeceğim.
           Eğer evlilik ve aşk konularından hoşlanıyorsanız ve çok iyi bir oyunculuk görmek istiyorsanız bence bu oyuna gidin ve Zerrin Tekindor'u izleyin. Benim gibi oyunu beğenmeseniz de Zerrin Tekindor'u ayakta alkışlayacağınızdan eminim.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Kış Uykusu

TEBRİKLER NURİ BİLGE CEYLAN!!!

Nuri Bilge Ceylan "Kış Uykusu" adlı filmi ile 67. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. Bu gururu daha önce Yılmaz Güney yaşatmıştı şimdi Nuri Bilge Ceylan'la yeniden onurlandık, mutlu olduk. Güzel ülkemin güzel sanatçıları iyiki varsınız.

15 Mayıs 2014 Perşembe

Soma

     Yaşama sevincimi kaybettim. Allah yardımcısı olsun Soma'daki herkesin. Tarifsiz bir acı bu. Tesellisi olmayan bir acı...

9 Mayıs 2014 Cuma

Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi

    
         Tek kişilik dev bir kadro vardı sahnede: Sumru Yavrucuk. Müthiş bir oyun ve müthiş bir oyunculuktu. Yıllar önce devlet tiyatrosunda izlemiştim kendisini yıllar sonra yepyeni bir oyunla yeniden izleme fırsatım oldu ama bu defa özel tiyatroda.
           Türkiye'de tiyatro yapmak hele hele özel tiyatro yapmak başlı başına bir sorun diye düşünüyorum. Sanata gereken önemi vermeyen bir devlet ve sanattan bihaber yaşayan bir halk var. Ne devletten ne de halktan yeteri kadar ilgi görmeseler de sanat aşkı uğruna bir avuç seyirciye sanatını sunan bir sanatçı ordusu var bu ülkede. Sayımız az olsa da bu sanatçılara sahip olan seyirciler olarak çok şanslıyız.
        Gelelim oyunumuza: Oyunun yazarı Ebru Nihan Celkan, yöneteni ve oynayanı ise aynı kişi; Sumru Yavrucuk. Bir travestinin hayatı anlatılır. Toplumun bu kişilere karşı ne kadar ikiyüzlü, duyarsız  ve ne kadar acımasız olduğu anlatılır oyunda. Sahnede iki karakter vardır; birinin adı Umut'tur diğerinin adı ise belli değildir "siz koyun adımı der, siz ne isterseniz o olsun adım". Kahramanımız hissetmediği bir cinsiyetin adını taşır ama asıl hissetttiği cinsiyetin bir adı yoktur. Bana Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok kitabını çağrıştırdı. Bu ülkede kadının adı olmadığı gibi sonradan kadın olanlarında adı yoktur. Kadın bu ülkede ikinci sınıf vatandaşsa travestiler, gayler, lezbiyenler bırak ikinci sınıf olmayı onlar bu ülkede vatandaş bile değiller. Sahnede ismi olmayan kahramanımızın da dediği gibi "ölsek, bir kedi köpek ölmüş gibi davranırlar". Ölümleri çok da önemli olmayan bu kişilerin varlıkları ise son derece önemlidir. Çünkü iyi aile babalarından tutun, toplumun her kesiminden insanların ziyaret ettiği kişilerdir. Aleni olarak "tu kaka", gizli olarak ise "özel anların kişileri"dir. Bana kalırsa, Ayşe Kulin'in kitabına "Gizli Anların Yolcusu" ismini vermesi tesadüf olmadığı gibi bu durumu en iyi ifade eden sözler olmuştur. Çoğu kişi rahatsız olur bu insanlardan ve görmezden gelir. Ne acı değil mi? Yaşadığın toplumda görünmemek, yok sayılmak ve yok edilmek. 

           Toplum en iki yüzlü tavrını bence bu insanlara sergilemiştir. Sahnede bu tavırları her yönüyle görüyorsunuz. Cinsel tercihinden dolayı ilk şiddeti ailesinden gören Umut daha sonra sokakta, barda, yatakta kısaca her yerde bu şiddetle karşı karşıya gelir. Bir yandan ana kuzusudur, çok özler annesini ama görüşemez, bir yandan deliler gibi aşık olur ve terkedilir, bir yandan da geçim derdiyle bedenini sermayesi  yapar. Ne kadar acı olsa da gülersiniz haline çünkü o da gülerek anlatır yaşadıklarını ama onunla birlikte anne özlemi de çekersiniz, aşk acısı da...Çok küfürbazdır, dilinden küfür eksik olmaz ama bunca yaşanan eziyetten sonra ettikleri küfür bence az bile.
       
        Oyun boyunca Sumru Yavrucuk'un o duygudan bu duyguya bu kadar rahat geçmesini ise hayret ve hayranlıkla izlersiniz. Bir bakarsınız iki gözü iki çeşme ağlıyor, bir bakarsınız kahkahalar atıyor. Müthiş! Gerçekten etkilendim, profesyonellik bu olsa gerek.
          Bu sezon sanırım iki oyun daha sergileyecek. Eğer kaçırırsanız seneye kaçırmayın derim.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Yabancı


       Bazı kitapların belirli aralıklarla tekrar tekrar okunmasından yanayım. İnsanın yaşı kitabı daha farklı değerlendirmesine neden oluyor. Mesela Yabancı kitabını yanlış hatırlamıyorsam üniversite birinci sınıfta okumuştum, yani 19-20 yaşlarındayken ya da 18 bilemeyeceğim artık, bir de geçen hafta içi yani 40'lı yaşlarımda okudum. Algıladığım ve anladığım şeyler birbirinden çok farklıydı.
         İlk okuduğum zaman kitabın ana kahramanı olan Fransız'ı çok eleştirmiştim. Kitabı çok sıkıcı bulmuştum bir de kahramanın yaptığı saçma sapan hareketleri bir türlü kafamda bir yerlere oturtamamıştım. Üniversitede Felsefe okumama rağmen kitabı tam sorgulamamış ve üzerinde hiç kafa yormamıştım, Camus hakkında ezbere bilgilerle kitabı değerlendirmiştim ( okulun ilk yılları olduğu için olabilir diye düşünüyorum şimdi, başımızda kavak yelleri estiği zamanlardı o zaman). Yıllar içinde ise yeniden okuma gereği bile duymamıştım.

          Şimdi Simurg kitap grubumuzla bu kitabı seçince yeniden okuma fırsatım oldu.İyi ki de oldu. Kırklı yaşlarım bu kitabı çok sevdi. Hatta öyle ki son beş sayfayı tekrar tekrar okudum.
           Kitap çok ince bir kitap; 110 sayfa, içeriği ise son derece zengin. Üzerinde düşünülecek o kadar çok nokta var ki; hayata dair, ölüme dair, hayatı algılamaya dair...
           Camus bu eserinde "saçma" kavramı üzerinde duruyor. Kitabın ana kahramanı hayatın gerçeklerini bizim gibi algılamıyor. Örneğin annesinin ölümüyle başlıyor kitap, kahramanımız annesinin ölümünden çok patronun cenaze için ona izin verirken ki tavrına daha çok takılıyor. Cenazeyi herhangi bir kişinin cenazesi gibi kaldırıyor ve evine geri dönüyor. Kahramanımız bu olayı şu sözleriyle açıklıyor;
               " Kendi kendime, neyse bu pazarda geçti, annem gömüldü, işe yeniden başlayacağım, sonuçta değişmiş hiçbir şey yok, diye düşündüm." ( Sayfa 28)
             İnsan okurken adeta ürperiyor. İşin ilginç yanı aynı soğukkanlı bakışı kendi idamı istendiğinde de devam ediyor. İdama mahkum edilen sanki başka biriymiş gibi idam ve giyotin üzerine düşünüyor ve sonunda  idam sırasında herşeyin aksamadan yürümesinin  mahkumun yararına olduğuna karar veriyor ( sayfa 101). Aslında bu fikre katılmamak mümkün değil çünkü herhangi bir şeyin aksaması mahkum için daha acı sonuçlar doğurabilir. Bunları yazmasına rağmen yine de kitabın sonunda; "insan hayatın sonuna da gelse yeniden başlama oyunu oynuyor" (sayfa 110), diyor. Gerçekten de ümit hiç bitmiyor.
       Kitaba Yabancı ismini vermesinin bence iki anlamı var: Birincisi -ki tüm internet sitelerinde açıklama buradaki gibi- kahramanın kendi davasına yabancı kalması başkalarının O'nun yerine o davayı sürdürmesi ve O'na konuşma hakkı verilmemesi. İkincisi ise beni görüşüm; kahramanımızın var olan tüm değerlere uzak kalması, bu değerlere yabancı olması. Aslında insanların ondan beklediği gibi davranmadığını biliyor fakat onların istediği gibi davranma zorunluluğu da duymuyor. Çünkü Tanrı'da dahil insanların değerleri onun için hiçbir şey ifade etmiyor. Bunları boş ve saçma buluyor.
           Bu kitabı okuduktan sonra Camus'nun diğer kitaplarını da tekrar okumaya karar verdim. 40 yaşları da aydınlanma çağı olarak görüyorum artık.
          Felsefeyi severseniz, okuduğum kitap ufkumu açsın, bana farklı bakış açıları kazandırsın derseniz bence Albert Camus'nun kitaplarını okumalısınız.

            

        

The Hangover


       Türkçe'ye "Felekten Bir Gece" olarak çevirilmiş Amerikan yapımı bir film. İlki çok beğenilince ikincisi ve üçüncüsü de çekilmiş. Ben özellikle ilk filmi çok beğendim.
       Filmde üç arkadaş, arkadaşlarının bekarlığa veda partisine giderler, bu partiye gelinin erkek kardeşide katılır. Las Vegas'a giderek bir otelde oda kiralarlar. Sabah uyandıklarında kaldıkları otel odası darmadağınıktır, banyolarında vahşi bir kaplan bulunmaktadır, hiç tanımadıkları küçük bir bebek vardır, dişçi rolündeki kişinin ön dişi yoktur ve en önemlisi damat kayıptır. Kahramanlarımızın hiçbiri gece ne olup bittiğini hatırlamamaktadır. Filmin ilk yarım saati ne olup bittiğini seyirci de tıpkı filmdekiler gibi anlamıyor, anlamamanıza rağmen yapılan espirilere sürekli gülüyorsunuz. Gayet eğlenceli bir film. Filmin sonuna doğru gece ne olduğunu, neden geceye dair bir şey hatırlamadıklarını vs. hepsini öğreniyorsunuz. Ben filmi çok beğendim. Beğendiğim için ikinci ve üçüncü filmleri de izledim. İlk ikisi için aynı kalitede diyebilirim ama üçüncüyü çok beğendiğimi iddia edemeyeceğim.
          Eğer canınız sıkılıyorsa ve güzel vakit geçirmek ve gülmek istiyorsanız bu film tam size göre izleyin ve eğlenin...İyi seyirler

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Dönüş Yolu



           Yine harika bir kitap okumanın zevkini yaşıyorum. Remarque'ın daha önce Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı kitabını okumuştum ve çok beğenmiştim. Kuzenim Melda'nın tavsiyesiyle okumuştum, buradan O'na teşekkür ediyorum bana sadece iyi bir kitap tavsiye etmedi, beni aynı zamanda harika bir yazarla da tanıştırdı.
          İlk kitapta askerlerin cephedeki mücadelesi vardı. Dönüş Yolu adlı eserinde ise cepheden evlerine dönen askerlerin yaşadığı sıkıntılar ve uyum problemleri anlatılıyor. Remarque'ın bence en önemli özelliği yaşanan olayları sade ama sarsıcı bir dille vermesi. Cümlelerin detayına girerseniz aslında son derece sıradan, süsten uzak yalın cümleler olduğunu görürsünüz ama bu cümlelerin ne anlattığına baktığınızda adeta sarsılırsınız. "Bu kadar korkunç bir şey bu kadar sıradan nasıl anlatılır?" diye şaşırırsınız. Kitabı okudukça askerlerle öyle bir empati kurarsınız ki o zaman anlarsınız savaşın korkunç sıradanlığını... Çünkü savaşta "korkunç" olan şey aynı zamanda "sıradan" olmuştur. Ne acı! Bu durum askerlerin ruh halini etkilemiş ve askerlerin sahip olduğu pek çok değeri yitirmesine neden olmuştur.
           Olayın bir başka acı tarafı daha vardır: O da cepheye gitmeden, orada yaşamadan askerleri anladığını iddia eden insanlardır. İşte askerlerin en çok bu insanlara tahammülü yoktur. "Kahramanlık", "şehitlik", "gazilik" sözleri onlar için hiçbir şey ifade etmemektedir artık. Sivil hayatta suç ve suç olamayan şeylerde birbirine karışmıştır askerlerin kafasında. Öyle ki cinayet işleyen bir asker bunun cinayet olmadığını iddia eder, çünkü cephede yaptığının aynısını yapmıştır  kaldı ki cephede öldürdükleri  ona zarar dahi vermemiştir, oysa burada durum tam tersidir çünkü öldürülen kişi çevresine zarar vermiştir.
           Sivil hayatta bir çok sorun vardı ve insanlar birbirlerine sürekli zarar vermektedir. Askerler sivil yaşamın bu güvensizliği karşısında birbirlerine daha çok bağlanırlar. İşte kitabımızın kahramanlarından Ernst sivil hayatı şu sözleriyle eleştirir:
            Sayfa116: " Ah, cephede herşey daha kolaydı, yaşıyor olmak yetiyordu."

            Yazar her iki kitabında da askerlere savaşı sorgulatıyor, sonunda da askerlere kullanılmış ve aldatılmış olduklarının farkına vardırırıyor. İşte tam bu konuyla ilgili kitaptan alıntıladığım şu söz beni çok etkiledi:
              Sayfa 174: "Aldatıldığımız için aldatıldık, bunu hepimiz biliyoruz! Bizi kullandılar! Bize vatan derken, hırs dolu bir endüstrinin işgal planlarından söz ediyorlardı; bize onurdan söz ederlerken, bir avuç diplomatla prensin çekişmelerini ve iktidar kavgalarını kastediyorlardı, bize ulustan söz ederken işsiz generallerin kendini gösterme çabalarını anlatıyorlardı."

             Yazarın askerlere söylettiği bu sözler tabiki kendisinin savaşla ilgili görüşleridir. Kendisi de Batı Cephesi'nde savaşmış askerlerden biridir. Muhtemelen yazdıkları da O'nun cephede yaşadıklarının bir bölümüdür. Ne acıdır ki o günden bu güne hiçbir şey değişmemiş ve insanlar savaş çığırtkanlığı yapmaya devam etmişlerdir.
           Bu tarz kitapların ve filmlerin herkes tarafından okunması ve izlenmesi taraftarıyım. Özellikle gençler okumalı ve izlemeli diye düşünüyorum. Çünkü barış bilinci,  ancak savaşın gerçekte ne olduğu anlaşıldığında ortaya çıkar. Savaşın ne kadar kötü olduğunu anlatmak da yazarlara ve sanatçılara düşüyor...
            Son olarak okuyun ve okutturun derim...
           

4 Mayıs 2014 Pazar

Küçükyalı Çamlık Cafe



          Küçükyalı Sahil'de Adalar mazaralı harika bir Cafe.Güzel havalarda çamların altında kötü havalarda ise Cafe'nin iç mekanında oturabilirsiniz. Hafta sonları kalabalık olabiliyor, hafta içi oldukça sakin bir yer. Kitabınızı, gazetenizi alıp çayınızı kahvenizi içebilirsiniz ya da sadece manzarayı izleyebilirsiniz.

           Hafta sonu açık büfe kahvaltısı var. Fakat hiç yemediğim için herhangi bir öneride bulunamayacağım. Garsonların hizmetini çok beğendim. Hem güleryüzlü hem de işini önemseyen kişiler. Sahilde yaptığınız yürüyüşten sonra mola vermek isterseniz, çamların altındaki bu güzel cafeyi size önerebilirim.

Dar Kapı


       Andre Gide kolay okunan bir yazar ama aynı zamanda derinliği de olan bir yazar. Eğer sadece kitabı okuyup, bitirip, bir kenara bırakırsanız kitabın verdiği mesajlardan habersiz kalabilirsiniz. Mesajı algılayabilmek için kitabı düşünmeniz ve sorgulamanız gerekiyor. Dar Kapı'da böyle bir roman. Kitabı okurken hikaye size basit geliyor hatta kahramanlardan Alissa'nın ne yapmaya çalıştığını bir türlü çözemiyorsunuz. Sonra kitabı inceleyince satır aralarına daha çok dalınca ve sorgulayınca kitabın basit bir aşk hikayesi olmadığını anlıyorsunuz.
       Andre Gide bu kitabında iki kişinin aşkından hareket ediyor ama bahsettiği sadece bu aşk değil aynı zamanda ilahi aşk. Alissa ilahi aşkın arayışı içinde ve ona ulaşabilmek için kendi aşkından vazgeçiyor, Jerome ise Alissa'ya aşık ve aşkı için sürekli çile çekiyor. Her ikisinin de Dar Kapı'sı farklı. Bu farklılık her iki kahramanı da kitap boyunca farklı etkiliyor. Ortak bakış açısını bence ilk mektuplaşmalarında yaşıyorlar. Bu mektuplarda birbirilerine yaşantılarını anlatıyorlar ve birbirlerine karşı müthiş bir özlem duyuyorlar. Ne yazık ki biraraya geldiklerinde konuşacak hiçbir şey bulamıyorlar. Aşklarının kırılma noktası da bu oluyor. Mektuplarda yaşanan coşkulu aşk gerçek yaşamda hem iletişimsizliğe hem de hayal kırıklığına neden oluyor. Jerome din eğitimi almasına rağmen Alissa kadar Tanrı yolunu düşünmüyor. Alissa ise hem Jerome'ye aşık hem de Tanrı yolunu seçen bir kişi. Kitabın bir bölümünde Alissa, Jerome ile birlikte Tanrı Yolu'nda ilerleyemeyecekelerini bu yolun iki kişinin yanyana yürümesini engelleyecek kadar dar olduğunu söylemesiyle ilişkiyi bitirmeye karar vermesi bir oluyor. Alissa artık Tanrı'ya ulaşmak için Dar Kapı'yı seçiyor. Zaman zaman Jerome'ye olan özlemi büyüyor ve Tanrı'ya yalvarışları başlıyor ama hiçbir zaman Jerome'ye geri dönmüyor.
           Jerome ise Alissa'nın ne yapmaya çalıştığını anlayamıyor. Kitabın sonlarına doğru Alissa öldükten sonra Alissa'nın günlüklerini alıp okuyan Jerome Alissa'yı anlıyor ama O'nu sevmekten de vazgeçemiyor. Nitekim Jerome'nin çilesi Alissa öldükten sonra da devam ediyor.
          Kitap kolay okunan bir kitap. Andre Gide'in kalemi benim hoşuma gidiyor, bu nedenle size de tavsiye ederim.